16 Aralık 2013 Pazartesi

Buralar İçin

Kimse yok yokuşa düşen yollarda.
Kimsenin beklemediği bir kuyrukta,
Yirmili yaşlarımın sancıları bekliyor...
Bir dilek tutuyorum
Issız gözlerinden,
Nefesine karışsın diye.
Dileğim kabul mü bilmiyorum...
Son sahnede gökyüzünü görüyorum.
Yokuşa düşen yollarda yine bekleyen kimse yok,
Arada kar yağıyor, arada yağmur.
                                                                                      Druje

14 Aralık 2013 Cumartesi

Paralı Eğitim ve Akademik Zam: Üniversite Öğrencisi Hangi sınıftandır? Akademisyen Hangi Sınıftandır? Hangi Sınıfta Buluşacaklardır?


Aslında “Baskın Hoca haklıdır ama Baskın Oran haklı değildir.”*
Ya da “Dünyanın Bütün Bilim Emekçileri Sınıfınıza Dönün!”
Bir başka açıdan ise: “Akademisyenler ve öğrenciler size söylüyorum, siz aslında sınıf kardeşisiniz… Belki de değilsiniz, ama bence olabilirsiniz. Hayır, olmak zorundasınız! Bu arada ben de sizin sınıf kardeşinizim.”
                               Cenk Yiğiter**

Ben bir bilim emekçisiyim. Üniversitede çalışıyorum ve üniversiteden topluma sunulan hizmetin üretim sürecinde bir rol oynuyorum. Bu rolüm dolayısıyla da bir ücret alıyorum. Bu ücret kamu kaynaklarından ödeniyor. Üretim sürecinin bir parçası olduğum hizmet de kamuya kimi zaman kısa, kimi zaman orta, kimi zaman uzun ve hatta çok uzun vadede yani gelecekte bir artı değer olarak geri dönüyor. Ve evet, tahmin edebileceğiniz üzere aldığımız ücret, kendimizi yeniden bir bilim emekçisi olarak üretmek için gerekli asgari miktarın son derece altında. Bu arada hala ölmediğimize göre bu bizim kendimizi bir emekçi olarak yeniden üretebildiğimiz ancak bir bilim emekçisi olarak yeniden üretemediğimiz anlamına geliyor. Bu durum can sıkıcı. Kendimi ölmediğim için suçlu hissetmeme yol açıyor. Ölmüyorsam bu gösteriyor ki emekçi olmaktan değil ama bilim emekçisi olmaktan vazgeçmişim. Öyleyse bu üniversitede bilimsel bir üretim süreci sağlıklı bir şekilde işliyor diyebilir miyiz? Bu soruyu bir kenara bırakalım. Hatta bu soruyu, emek mücadelesine de bırakabiliriz. Biz bilim emekçileri bu mücadelede fazlasıyla sınıfta kalıyoruz. Neden sınıfta kalıyoruz tam olarak bilmiyorum ama bunun kendimizi sınıfdışı görmemizle bir alakası olduğuna eminim.  İşte bu sınıfdışı görme hali bizi ücret artışı için mücadele etmekten alıkoyuyor. Öte yandan bu sınıfdışılık hali bizi aslında hayattan da alıkoyuyor. Bazen hayatın içinde kayboluyoruz. Çoğumuzun gittiği bir psikiyatrist, bir psikolog, bir terapist, en sevdiğimiz bir hatta birkaç antideprasan ve hatta kıyısında dolanıp durduğumuz bir nihilizm var değil mi? Ne tesadüf… Nedir peki bizi ortak kesen? Kısır döngünün farkında mıyız peki tehlikenin farkında olduğumuz kadar? Böylece yetersiz ücretle bir bilim emekçisi olamıyor ve bunun için bir emek mücadelesi yürütmemekle bu durumu sürekli kılıyoruz. Bir bilim emekçisi olamadıkça da ücret artışı talep edemiyoruz değil mi? Ücret artışı talep etmek çoğu bilim emekçisine zul geliyor. Kendini suçlu hissediyor. İnsanların son derece insanlık dışı koşullarda yaşadığı bir ülkede ücret artışı talep etmek… Olacak şey değil… Bir de üstelik bu adı üniversite olan yerlerde liseden farklı olarak bir şey yapıldığına ikna olmayan bir topluma karşı da yüzümüz de tutmuyor değil mi? Hadi bunu itiraf edelim. Peki bu toplum bu adı üniversite kendi lise bile olamayan kurumu anlamıyor diye toplumu mu suçlamalıyız? Evet, biz akademisyenler bunu çok iyi yaparız. Evet kimse bizi anlamıyor değil mi? Evet böyle bir toplumda yaşamak istemiyoruz değil mi? Evet hep bir kaçış planımız var değil mi? Kaçış planımız yoksa bile bir kaçma düşümüz… Bu düşün ise ne peşine düşeriz ne de peşinden düşeriz. Sonra gel de delirme…
 Peki ya öğrenciler aldıkları hizmet için bir ücret ödeyerek üniversitenin finansmanına katkı sağlasa, fena olmaz mı? Bu bizim ücretlerimizde de göreli bir artış anlamına gelecektir. Böylece daha çok ücret alır ve kendimizi bir bilim emekçisi olarak yeniden üretebilir ve böylece hizmet alıcısı olan öğrenciye de hak ettiği gibi bir hizmet sunabiliriz. Böylece özel üniversitelere, ticarethanelere de düşmez yolumuz bir gelecekte. Ama bir saniye, kafam çok karıştı. Hey durun! Depresyona girmek üzereyiz, içinde olduğumuz depresyon bize yetmez mi? Yetmez ama hayır! Hadi buradan çıkalım, çıkamıyorsak da deneyelim ve hadi devam edelim. Baskın Hocam, buraya kadar beraber geldik, benimle beraber devam eder misiniz?  
Biz bilim emekçileri, öğrencileri de üniversitenin bir birleşeni olarak görüyoruz. İşte bu “öğrenci milleti” ile zaman zaman birlikte mücadele ettiğimiz de oluyor. Hatta kimi zaman bu “öğrenci milleti”nin bazı “ileri” unsurları okumuş oldukları Marksizme Giriş – Politzer - Huberman vb. kokteyllerden yola çıkarak (yazar burada “bunları okumayalım” dememektedir. Sadece bunları okumakla hayatın sırrına varıldığı da, kişinin artık “tamam” olduğu da düşünülmemelidir, demek istemektedir. Nitekim iyi bir okuyucu salt bunları okumakla, hatta salt okumakla sırra vakıf olamayacağını bilir. En azından bu kitaplar bunu anlatmaktadır. Nitekim insanın okuduğu şey, tam olarak bunu anlatmaktadır. Nitekim okuduğu şeyin yazarı, yazdığı şeyi yazmadan önce yazdığı şeyi okumamıştır. Demek ki insan okumadığı şeyi yazabilmektedir. Ama insan yaşamadığı bir şeyi yazamaz ve aslında okuyamaz da.) bize sınıf bilinci de taşıyabiliyor, bilincimizi “yükseltiyorlar”, eksik olmasınlar. Peki, öğrenci gerçekten üniversitenin bir bileşeni midir? Öğrenci üniversitede üretilenin, bilimsel üretim sürecinin neresinde durmaktadır? Yahu şu öğrenci sahi, hangi sınıftandır?
Toplumdaki yaygın kabul şudur: Üniversitede öğrenci hizmetin doğrudan alıcılarından biri olarak görülmektedir. Öğrenci sadece bir hizmet alıcısı ise bu paralı eğitimi meşru kılabilir, ben buna ikna olabilirim. İşte o zaman Baskın Oran haklıdır, Baskın Hoca’ya hak verebilirim ve aslında bu yazıyı burada bitirebilir ve yer sıkıntısı olan bir gazetenin hafta sonu ekine de gönderebilirim. (Nail, çok mu uzattım meseleyi yine?)
 Öğrenci bir hizmet almakta ve bunun sonucunda kendisine kültürel sermaye edinmektedir. İleride bu kültürel sermayeyi de toplumsal artık değerden daha fazla pay alma avantajına dönüştürecektir. Yaşıtları, hani şu dershaneye gidemeyenler, özel ders alamayanlar, evinde kendine ait bir kitaplığı, kendisine ait bir çalışma mekanı olmayanlar, çocukluktan beri kendi potansiyelini hayata geçirebilmesi için önüne hiçbir imkan koyulamamış olanlar, işte o çocuklar var ya o çocuklar, hani onlar sonra genç sonra da yetişkin oluyor, işte o çocuklar çoktan toplumsal üretim sürecinin bir parçası iken yada olamamışsa da ölüme daha da kötüsü sürünmeye terk edilmişken, işte bu şımarık üniversite öğrencisi toplumsal üretim sürecinin bir parçası olmaksızın hizmet almaktadır. Bu arada şu bizim üniversite okuyamayan çocuğumuz-gencimiz-yetişkinimiz de, sözgelimi oto sanayinde son derece ağır şartlarda çalışarak yada kot taşlayarak yada kaderinde ölüm olan bir madende ölmemeye çabalarken yada mahalle arasında esrar satarken bile, sadece kendisinden iyi imkanları olduğu için şu anda bir üniversite kampüsünde çimlerin üzerinde huzurla kitabını okuyan üniversite öğrencisinin öğretim masraflarını ödemektedir.  Hay Allah! Bizim öğrenci arkadaş sadece kendi ailesinin ödediği vergi ile kendisinin öğretim masraflarının ödenemeyeceğin farkında olsa iyi eder.(Ne oldu öğrenci arkadaş, canın sıkıldı gibi sanki. İşte tam burada, bu anda bu yazıyı okumayı bırakabilirsin.İşte burada bana da Baskın Oran’a da küfrü basabilirsin. Dünya okuyacak şeyle dolu, bunu okumak zorunda değilsin. Ve de vampire haç göstermenin zamanı geldiyse işte o an tam şimdidir. Çünkü bir adım daha atacağım.  Öğrenci kardeşim, sabret, bu yazının sonunda seninle bir yerde buluşacağız. Hatta seninle sınıfta buluşacağız belki de bilesin. Hatta Baskın Oran’la olmasa da Baskın Hoca ile buluşacağız belki de…) İşte öyleyse bu öğrenci ya aldığı hizmetin parasını peşinen ödemeli ya da borçlanarak kültürel sermayesini paraya tahvil ettiği zaman borcunu taksit taksit ödemelidir. Buraya kadar her şey beni ikna ediyor. Ve şu an bana en çok kızanın da aslında buna en çok ikna olan olduğunu da biliyorum. Nasıl derler, ilk taşı en günahsız olanınız atsın!
Ancak unuttuğumuz bir şey var! Üniversitede öğrencinin bir işlevi, bilimsel üretim sürecinde kilit bir rolü vardır. Öğrenci, sadece gayret sahibi bir öğrenci olmakla dahi bilimsel üretim sürecinin bir parçası olmayı başarabilmekte, üniversitede üretilen hizmete katkı sunabilmekte, o hizmetinin üretim sürecinin bir parçası olmaktadır! İşte bu gayret sahibi öğrenci karşısına çıktığı bilim emekçisini zorlamakta, ona yeni merak alanları ve hatta yeni yöntemler, yeni denemeler, yeni yanılmalar, deneyerek tekrar yanılmalar sunmaktadır. Böyle öğrencilerle karşılaşan bir bilim emekçisi, yaptığı işin farkındaysa, bu öğrencilere yetişmek için kendini yetiştirmek zorunda kalmaktadır. Bu anlamda bu öğrencinin salt kendisi içinmiş gibi gözüken emeği üniversitede üretilen hizmetin bir parçası olmaktadır. İşin aslı hocaların öğrenci yetiştirmesinden daha fazla öğrenciler hoca yetiştirmektedir. Evet, vallahi de billahi de böyledir!
Öğrenci arkadaş, yaptığının yada yapman gerekenin ciddiyetinin farkındasın değil mi? Bu gayretli öğrenci artık sadece kendine kültürel sermaye edinmemekte, aynı zamanda üniversitedeki kültürel sermaye birikimine ve böylece küresel düzeyde kültürel sermaye birikimine ve hatta geleceğin dünyasını kurmak için ihtiyaç duyduğumuz birikime açıkça katkı sunmaktadır. Bu pencereden bakıldığında bilimsel üretim sürecinin bir parçası olmayı başarmak, salt gayret sahibi bir öğrenci olmakla dahi mümkündür. Öyleyse bu öğrenci bir hizmet alıcısı değil bir hizmet üreticisidir ve bu hizmeti üretirken değil harç vermek bilakis kendisine belli bir ücret verilmesi dahi düşünülmelidir.
O zaman gayret sahibi öğrenci nasıl olunur sorusunu da bir parantez açıp düşünmek gerekir. Gayret sahibi bir öğrenci öncelikle kendisinin bir bilim emekçisi olduğunun farkında olmalıdır. Burada çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Hayatın olağan akışında sınıf bireyin bilincini belirlerken, burada bilinç sınıfı belirlemektedir. Çünkü öğrenci üniversitede bir hizmet alıcısı mı bir hizmet üretici mi olduğuna kendi karar vermektedir. Hepimiz biliyoruz ki, salt bir hizmet alıcısı olmakla geçer notlar alınabilmekte ve hatta kısa sürede diploma sahibi de olunabilmektedir. Hatta bir bilim emekçisi gibi davranan öğrencinin işi daha zor olduğu gibi kimi zaman bu “gereksiz” çabaların sonucunda mezuniyet süresi de uzamaktadır. Bu durum çok garip! Ezberim bozuluyor, bir gelip ya bozsun yada tekrar kursun, yada her ikisi birden! Sonuç olarak hizmetin salt alıcısı mı yoksa aynı zamanda üreticisi mi olacağına öğrenci kendisi karar veriyor. Öğrencinin bu kararını belirleyen de öğrencinin sınıf bilinci. Hadi sınıf bilinci “çok yüksek” öğrenciler bunu da açıklayın!
Bir bilim emekçisi olan ve buna göre eyleyen bir öğrenci nereden başlamalıdır. Sanırım şuradan başlanabilir: Bir bilim emekçisi, kendisinin uzaydan dünyaya düşmediğini bilmelidir. Kendisi çok özel biri de değildir. Kendisi insanlık tarihinin ve insanlığın birikiminin olası ürünlerinden ve sonuçlarından sadece biridir. Öyleyse öncelikli görevi neyin ürünü olduğunu, kendisini neyin ürettiğini bilmektir. İşte o zaman neyi dönüştürebileceğinin de farkına varacak ve bundan sonra ona göre eylemeye başlayabilecektir.
Her bilim emekçisi bir kuramcı-araştırmacı olmayı başaramaz. Hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olmayan bir bilim emekçisinin bir araştırmacı-kuramcı olması son derece düşük bir ihtimaldir. Öte yandan, hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olmayan bir bilim emekçisinin bu haliyle de bilimsel üretim sürecine bir katkısı vardır. Ancak bu katkı, taşıyıcılık - aktarıcılık - toplayıcılıktan ibarettir ve bu haliyle de hala çok önemlidir. Ancak bir araştırmacı-kuramcı ancak hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olanlardan çıkacaktır. Ve pek tabi ki hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olan her birey, tüm çabasına, yeteneğine, potansiyeline rağmen bir araştırmacı-kuramcı olmayı başaramayabilir. Ve de bu çoğunlukla onun suçu da değildir: olasılıklar evreninde onun önünde bir olasılık belirmemiştir, o kadar. Ancak bu riski göze almayanlar yada alamayanların bilimsel üretim sürecine katkılarının, çoğu zaman, kaotik bir bilgi yığınını daha da kaotikleştirmekten öteye gidemeyeceğini göze almalı ve işte şimdi bu riski göze almalıdır. (Yazar burada kaotik bir bilgi yığınını daha da kaotik kılanları suçlamamakta, onların da bu süreçte önemli unsurlar olduğunu bilmektedir.)
Öğrenciden uzaklaştık gibi mi geldi? Yazar burada kendisine konuşuyor, doğru yakaladınız. Ama yazar öğrenci ile kendisi, aynı sınıftan olsun, aynı sınıfta buluşsun, üniversitede üretilen hizmet sürecinde birlikte hareket etsin istiyor. Yazar işte ancak bu koşullarda öğrenci ile bir sınıf kardeşliği hissedebiliyor. Bu koşullar yoksa, tüm gün kantinde oturan öğrencinin de sadece not tutan ve sınavlardan da geçer not alan öğrencinin de kendisine taşıyacağı sınıf bilincini istemiyor. İşte o “sınıf bilincini” lütfen kendinize saklayın. Ona ihtiyacınız olacak. Öğrencilik sonrasında, mezun olduktan sonra, sınıfa katıldığınız zaman o “sınıf bilinci”nin ne kadar da işinize yaramadığını biraz acı ile deneyimleyeceksiniz ve bir süre sınıfta kalacaksınız.
Ama sınıflarda olan (burada fakültelerdeki sınıf kastediliyor), kütüphanelerde olan, laboratuvarda olan, kafa patlatan öğrenci arkadaşım. İşte sen benim sınıf kardeşimsin. Ve sen sınıf bilincini bana taşırmalısın. Senden gelecek sınıf bilinci kabulümdür. İşte biz seninle, bu hayatta birlikte eyleyebiliriz. Bu eylemekle geleceğin üniversitelerini bugünden inşa edebiliriz. Birlikte eylerek sadece üniversiteleri değil geleceği, geleceğin kendisini birlikte inşa edebiliriz. Çünkü biliyorsun, yarını bugünden kuracağız demek aslında aynı zamanda yarından bugünü kurmak demektir.
 Ama seni buralarda, sınıfta, kütüphanelerde, laboratuvarlarda göremiyorsam yada görsem bile sen bir an önce mezun olma derdinde olan bir hizmet alıcısı öğrenci isen de senin için düşüncem şudur: Öğrencilik dışında bir işin yoksa ailenin ve toplumun ürettiği artı değere bir katkısı olmaksızın bu artı değerden geçinen bir sınıfdışı kişisin. Sınıfdışılarla sınıfsal bir ittifakım da olamaz ve haliyle seninle geleceğin üniversitesini de geleceği de inşa etmemiz mümkün değil. O sebeple ilişkimizi artık açık ve net olarak bilelim. Ben bir hizmet üreticisiyim sen de bir hizmet alıcısı ve benim üretim-tüketim kooperatifi kurmaya da vaktim yok.
“İyi de kardeşim!”, diyecek öğrenci arkadaş. “Derslerde yoksam, tek derdim okulu bitirmekse bu benim suçum mu?!” diye haykıracak şimdi bana öğrenci arkadaş. “Ukala akademisyen bunda senin hiç mi suçun yok?!” diyecek bana öğrenci arkadaş. Ve vallahi de billahi de haklı. “Tanrım bu nasıl bir bilmece?” Ama öğrenci arkadaş, ben senin hakkını teslim ettim, suçun çoğu bende, bizde, bizim sınıfdışı nihilizmimiz yeniden üretiyor kısırdöngüyü farkındayım. Ama kabul et, suçun birazı da, hani azıcık birazı da sende... Ve senin suçun da sınıfdışılıktan kaynaklanıyor. Yani sen beni biliyorsun, ben seni, ve biz birbirimizi bildiğimizi biliyorsak, demek ki gelecekte görüşeceğiz.
Bu sebeple, “son olarak, dünyanın bütün bilim emekçileri, sınıfınıza dönün!” diye haykırıyorum sadece, elimden bu geliyor, şimdilik. Meslektaşlarım, sınıfımıza dönelim ve ücretimize zam isteyelim! Ancak bu şekilde bu üniversiteler, üniversite olabilir, yok bunun başka bir yolu. Ve ancak ortada bir üniversite varsa kurulabilir geleceğin üniversiteleri. Bugünden geleceği kurmanın yolu, geleceği bugünden kurmaktır!
Ve üniversitede üretilen hizmetin içerisinde üretken bir konumu olan öğrenci arkadaş, benim sınıf kardeşim, benim ücret zammı almam senin de çıkarınadır. Sen de bunu bilesin. Sonra sana da ücret lazım, yurt lazım, kitap lazım, lazım oğlu lazım. Bunları senin edinebilmen de benim çıkarımadır. Benim çıkarım senin, senin çıkarın benimse ve biz biliyorsak birbirimizi, demek ki biz bir sınıfız! Evet sonunda sınıfımıza hoşgeldik…
Ve sınıfından kopmuş, sınıfdışı olmuş, salt bir hizmet alıcısına dönüşmüş öğrenci arkadaş, sınıfına dönmenin yolu sınıfına dönmekten geçiyor. Sen de bir sınıfına dön, hani şu fakültelerde olan, dört duvar sınıfına. E tabi sonra kütüphanelere, laboratuvarlara ve en önemlisi bilimin uygulanacağı alana, praksise, hayata. Çünkü sen hayatın kendisisin. Sınıfa dönmekle bir sınıfın olacak senin. Aksi halde çözümün bir parçası olamayacaksın. Çözümün bir parçası olmadıkça da sorunun bir parçasısın. Ama biliyorum, suçun yine de fazlası bendedir. Ama birazı da sendedir.

*Bu yazı, yazara göre bir bilimsel çalışma başlangıcı ve haliyle bilimsel bir tartışma başlangıcıdır. Yazar bu yazıyı sınıf kardeşi olan Baskın Hoca’ya borçludur ve yazarın bir amacı da Baskın Oran’a, Baskın Oran’ın  13 Ocak 2008 tarihinde Radikal İki’de yayınlanan “Bedava Üniversite Ezberi” adlı yazısına (bkz.http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7871 ) bir yanıt üretmektir. Şüphesiz Baskın Oran’ın tarif ettiği kriz bu yanıtla çözülmemiştir. Zaten Baskın Hoca da biz de biliriz ki bu krizi aşmanın yolu hem ezberi bozmak hem de bir takım ezberleri de bu sırada bozmamakla mümkünüdür ve son kertede bunlarla da mümkün değildir. Bize bir de praksis gereklidir. Baskın Hoca, ezber bozar, Baskın Oran yeni ezberler sunar. Biz de Baskın Hoca’dan öğrendiğimiz kadarıyla Baskın Oran’ın ezberini bozmayı deneriz. Bozabilirsek O’na olan borcumuzu bir nebze öderiz, bozamazsak borcumuz baki kalır. Ve böylece Baskın Hocamızla gelecekte görüşürüz bir zaman, çünkü Baskın Oran’a kızarız, çünkü Baskın Hoca bizim sınıf kardeşimizdir. Biliriz ki insan aslında sadece kardeşine kızar. Kardeşi olmayan sadece düşmandır ve düşmana kızılmaz. Ve evet, sınıf kardeşlerimiz aynı zamanda bizim gelecekten kardeşlerimizdir. Aşk ise gelecekten tanıdığın birini özlemektir. Aşk insanı kızdırır.
Yazar bu yazıyı aynı zamanda “sınıfındaki” ve ayrıca sınıfındaki “bağzı” öğrencilere borçludur. O öğrenciler olmasaydı bu yazı da, bu yazıyı ortaya çıkaran düşünsel süreçler de, bu yazıyı ortaya çıkaran motivasyon da ve hatta umut da, dönüştürme iradesi de kendisine uzaydan gelmeyecekti. O yüzden sınıfımda olup beni yazı yazmaya zorlayan öğrenci arkadaş, sen kendini bilirsin, ben seni bilirim, sen benim seni bildiğimi bilirsin ve böylece büyür bizim ilişkimiz, bizim birliğimiz. Ve bilesin ki sen benim sadece öğrenci arkadaşım değil, sadece sınıfımda bir öğrenci değil sen benim aynı zamanda sınıf kardeşimsin. Ve evet, biz birbirimizi biliriz ve evet biz biriz. Ve evet, gelecekte görüşeceğiz. Ve evet, sınıf kardeşlerimiz aynı zamanda bizim gelecekten kardeşlerimizdir. Aşk ise gelecekten tanıdığın birini özlemektir. Aşk insanı kızdırır.
** Dr. Cenk Yiğiter, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Öğretim Elemanı

9 Aralık 2013 Pazartesi

Korkuyla Yazılan Şiir

Kelimelerin dansında buluşmak, seninle
bilmediğim o dar sokaklı,
                               demirden kaplı şehirde.
Üstünde beyaz, parlak bir elbise
                               yaşamalı bence.
*             *             *
Sadece gülümsemek yetmez ki
saçlarına düşen yalnızlığını saklamak için,
gel biraz da hikaye katalım buna
bu kadar plastik olmak ne için?
*             *             *
Bir yazar vardı ismini hatırlamıyorum
koklamayı öğretmişti, bir aynaya dokunmayı öğretmişti…
Sahi ya, nerede o şimdi?
Ben bir gölgede kaybetmiştim, onu.
Güneşin savaşmayı bıraktığı bir gecede
belki de zihnim keseleyip çıkardı
                                                               o lekeyi…
Bilemem ki neden okudum o nahoş herifi.
*             *             *
Bir sokak lambasına bakarken, ah!
Sen, o harikulade şairlerin tasviri
                                                               olan kadın.
Henüz benimle tanışmadın…
Az önce bahsediyordum senden
yine aklıma geldi o münasebetsiz (!)
Kızma bana, benim derdim başka.
*             *             *
N'olur kuşkuyla birleşmesin dudakların
bana tehlikeli ve tatsız tablolar çizerken…
N'olur tut elimi biz sıcağa uyanırken
en çok da ihtiyacım varken, tut
                               mesela 1 Mayısta iken…
N'olur bir kuple güzel bir an yakala,
                                                               benimle.
O anda bir öfke, bir elem, bir dava,
                                               bir çığlık, bir kitap, bir umut bir de
tebessüm eden bir halk olsun,
titrek bir pikapta, kızıl bir şarkı çalar iken…
                                                                                              

                                                                                           Hilkat Garibesi

8 Aralık 2013 Pazar

Genç Adamın Sayısız Kelimeleri

"Zamanın tarihinden, tarihin nedenselliğinden ve suyun ferahlığından kaynağını aldığım bir hayat yaşamak peşinde koşuyorum. Her adım attığımda arkamda beni takip etmemesini istediğim şeyler bırakıyorum. Geride bırakmak istediğim şeylerden korktuğumdan değil, benimle beraber gelirlerse beni yıkacaklarından değil. İstesem de peşini bırakamadığım şeyler var mı? Yok değil... Bu beni rahatsız etmiyor. Etrafımda bir çok kelebek var ve her kelebeğin her kanat çırpışının hayatıma bir etkisi var. Bunun farkındayım. Ne yalnız ve tek başıma ne de birine bağlanarak bir hayat yaşamak istemiyorum..."

Diye yazdı genç adam son travmasından koptuğunda; kapağında üniversitesinin logosu olan o saman kağıdı defterine. Kütüphaneye baktı. Bir şiir kitabı seçti. Usulca Edip Cansever'in şiirini okudu. Yanındaki masanın o şiirdeki masa olup olamayacağını düşündü. Masanın gerçekten de masa olduğunu; aynı masanın üzerine o şiirini  koyduğunda bir iki sallanıp durduğunda anlamıştı. Sonra yazdığı notu da aynı masanın üzerine bıraktı. Yazdığı şeylerin gerçeğini ve gerçekliğini düşünüyordu. Etrafında dönen olayların gerçeği Genç Adamın kafasındaki gerçekliği çoktan aşmıştı bile. Durdu... Sigara paketine uzandı. O ezilmiş paketin içinden bir dal aldı. O dalla birlikte geceyi dumana boğmaya çalışacak ve yine kaybedecekti. Kaybetmek... Durdu. Düşündü... Kağıdın altında kalan boşluğu "kaybetmek" konulu saçmalığa ayırıp ayırmayacağını düşündü.. Düşündü... Düşündü... Siktir et, düşünme yaz gitsin Genç Adam!

"Kaybetmeyi deneyimlediğimde; kazanıp kaybetme mantığının, hayatın mantığının zıt anlamı olacağı hiç aklıma gelmezdi. Kaybetmek kazanmanın karşılığıydı... Ben hep hayatın dışına çıkardığım ve belirlerken kişiliğimden ziyade kimliğimden faydalandığım hedeflerimi ya kazanırdım ya da hesaplanmış ve tahmin edilebilir kaybetmeler yaşardım... Oysa insanlar birbirlerini kazanmazlar ya da kaybetmezler.. Ben insanları kazanmak için çalıştım. Bundan sonra kimseyi kazanmak için çalışmayacağım. Çünkü bu şekilde yaşamak; kaybetmenin kaçınılmaz bir son olduğu bir yaşama tekabül eder. Oysa hayatı yaşamak istiyorsam sevdiğim kadın için çabalayamam, ancak sevdiğim kadınla sevginin tekliği oluruz. Bunun harici E.Fromm'un bahsettiği sadizm-mazoşizm saplantılarıdır. Bu da sevgi ikililiği ve taraflardan birinin diğeri üzerindeki sömürüsüdür. Böyle bir şey istemiyorum. Bundan sonra..."

Dediği anda son kelimeleri yazarken, sayfanın sonuna gelmiş ve Genç Adam aklından geçenleri sayfanın sonuna sıkıştıramamıştı. Genç adam; insanlarla ortak paydaya oturmanın bir merasim olduğunu görmüştü. O hep gerçek bir payda ararken, onunla beraber merasimi paylaşan insanlar "sadece inanılmaz gerçekçiydi". Aklından geçenler bu merasimde "gerçekçi olamayan birini" bulmakla ilgiliydi. Fakat kim bilir  sayfanın sonuna neler yazacaktı. 
Merasim içindeki gerçekçi olamayan kadına kendini çok kaptırmıştı Genç Adam. Bu amaçla çoğu yola çıkmış, bu yollarda bulduğu insanlarda kendisiyle olan bütünselliğini yakalayamamıştı. Uzun zaman anladığı işlerle uğraşmıştı. Çünkü anlamadığı işlerle uğraşma fırsatı yoktu. Sonrasındaysa bir doğaya kapıldı ve kazanıp kaybetmenin var olmadığı bir serüven başladı. İşte tam o gün yetişkin bir adam olmaktan tekrar çocukluğuna dönmüştü... Merasimin vehameti bu anda değişmişti. Çünkü uzun zamandır yaşadığı serüveni ardında bırakıyordu. Yeni bir serüven başlıyordu. Dedi ki: 

"Bu zamana kadar ki tarihimden, tarihimde yaşadığım olayların nedenlerinden kaynağımı alarak suyun ferahlığını hissediyorum.Arkamda birtakım şeyler bıraktım. Bunlar benimle beraber gelirse gelsin umrumda değil. Ben sadece yanımda olmasını istiyorum. İstesem de peşimi bırakmayacak şeyler var. Düne ve bugüne dair bir çok şey biliyorum. Bunların hiçbirinden rahatsız değilim. Bir çok kelebek kanat çırptı ve sen karşıma çıktın. Bundan daha başka bir hayat yaşamak istemiyorum."

                                                                                                                              Druje
Doğa'ya...


1 Aralık 2013 Pazar

İdeal Olmayan Yazı...

Güzel-çirkin gibi değer yargıları derinlik düşmanlarıdır. Asıl dünyada yalnızca gerçeklik vardır. Gerçek her zamanki yalınlığıyla hayal gücünün sınırlarını zorlarken, gerçeklik hakkında yargılarda bulunmak gerçeği kısıtlayan bir çerçevedir. Bir şeye güzel ya da kötü derken, güzel dediğiniz şeyin bütününün güzel, kötü dediğimiz şeyin bütününün kötü olmasını olmasını bekleyemezsiniz. Her şeyiyle mükemmel olan bir durum veya her şeyiyle kötü olan bir durum bilimsel olmaktan uzak; ancak gerçekliğe sunulan bir alternatiftir. Bu idealize bir dünyadır ve metaforik anlamıyla cennet-cehennem safsatasının küçük bir simulasyonudur. Madem bize her şeyin güzelinin ve çirkinin ne olduğunu söyleyen kitaplar var; bu görüşe göre hayatı araştırmak ve anlamlandırmaya çalışmak manasızdır. Bu idealize edilmiş dünya; matematikte sıfır eşittir sıfır denklemlerine benzer. Bu matematiksel denklemlerde x ve y bilinmeyenlerine hangi değeri verirsek verelim sonuç her zaman doğrudur. Bize yapacak bir şey kalmamıştır. Bu denklemlerin büsbütün doğru olması insanların bu denklemi kullanarak herhangi bir şeyi sınamalarına imkan tanımaz. Çünkü önerme her zaman doğru ve idealize bir dünya yaratır ve güzelin peşinde koşanlar için güzeldir ve kesindir. Oysa gerçek dünyada böylesine kesin bir normun olması her zaman mümkün değildir. Çünkü karşılaştığımız her durum evrimin yolcusudur ve bu yol hep sürdüğü için güzel veya kötü gibi değer yargıları; sürece verilen sonuç yargılarıdır. Bu anlamıyla da mantıksızdır. Amacımız bilimsel yöntem kullanarak dış dünyada gerçekleşen olayları anlama çabasıysa; elbette bir büyük önermede bulunmamız gerekmektedir. Ancak bir önermede bulunurken bu önermenin yolun sonuna ilişkin değil; yola ilişkin olduğunun farkında olmamız gerekir. Bu yola ilişkin bulunduğumuz önermenin her koşula uygun doğru bir önerme gerekmez. Önemli olan bu önermenin sınanabilir ve geliştirilebilir olmasıdır. Çünkü yolun sonuna gelebileceğimze dair şimdilik hiçbir verimiz yoktur. Yol her zaman devam edecektir. Bilgi de kendini bu akışa kaptıracaktır.

                                                                                                                              Druje
Bir şarkı:
www.youtube.com/watch?v=UA7GlXIUNPU