8 Ekim 2016 Cumartesi

Olağanüstü Hal Hakkında Naçizane

Tarihsel kökeniyle Anayasa; tabii hukuk bazlı olarak ortaya çıkan ister asli kurucu iktidarın ister yürürlükteki düzene göre gelmiş iktidarın meşruluk bildirgesidir. Anayasalar teorik açıdan tabii hukukun yazıya dökülmüş halleridir. Tabii hukukun tanımını ise yere ve zamana göre değişmeyen sabit ve insanın sırf insan olmakla sahip olduğu haklardan bahisle iddia edilen hukuktur. Tarihsel süreç içerisinde yazısız tabii hukuk atfıyla temel hakların siyasal iktidar karşısında korunması mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıkan anayasalar siyasal iktidarın kısıtlanması amacını taşırlar. Amacın bu olması pratikte temenni niteliğinde kalmaktadır. İktidarın keyfine bırakılan hukuk; kitleleri susturmada bir göz boyama aracına dönüşür. İktidarın yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışan bir silahtan farksızdır. Yasanın meşru olduğuna inanan kitleler yaşam hakkında diretmeyi bırakırlar. Çoğu örnekte iktidarlar anayasanın bir toplum sözleşmesi olduğuna ikna ederek anayasaları kendi lehlerine sivil toplum aleyhine kullanmakta beis görmezler. Çünkü siyasal iktidar kendi düzen fikrini inşa etmek adına karşı tarafın kozlarını kullanarak muhaliflerini susturmada pek mahirdirler. Anayasayı da bu amaçla kullanmada bir adım geri durmazlar. Hatta bunun için şu veya bu iktidarı suçlayamayız bile. Bu mahirlik iktidar politikası olmayıp buyurma itkisinin tözüdür. Yine de anayasanın büyük oranda olumsuz olan bu özelliğinden ötürü tamamen olumsuz saymak da fikrimce yanlıştır. Her nerede bir insan hakkı mücadelesi verilebilecek bir kırıntı varsa onun peşinden gidilmesi en doğru olandır. Sonuçta anayasacılık hareketi tarihsel açıdan iktidar karşısında ezilen sınıfların haklarını koruma mücadelesinin sonuçlarından biri olduğu hatırlanmalıdır.

Hukuk devletinin biçimsel güvencesi olan “anayasa” ve prosedürel güvencesi olan “insan haklarının” karşısında siyasal düzenin sağlanması amacıyla bütün güvencelerin askıya alınabileceği “olağanüstü hal” dikilir. Siyasal eylemin hedefini “toplum”dan çıkartan olağanüstü hal dönemleri toplumun yerine “devlet”i koyar. Siyasal eylemin hedefi devlet olduğu zaman meşruluğun kaynağı da yasa olmaktan çıkar ve ne olduğu belirsiz bir düzen fikri yerleşir. Her türlü temel hak ve özgürlüğün askıya alınabileceği hukuk yoluyla hukukun askıya alındığı olağanüstü hal dönemleri adeta yokuş aşağı frenleri boşalan bir kamyon gibi önüne gelen her şeyi yıkmaya odaklanan, buyuranın maskesinin çıkardığı ve iktidarın çirkin yüzünün berraklaştığı dönemlere işaret eder. Siyasal iktidarın berraklaşması tek bir siyasi ideolojinin düzen görüşü dikkate alınarak demokrasinin en temel ilkesi olan “uzlaşı”dan ayrılınmasından başka bir şey değildir.

Siyasal eylemin amacının insan hakları ve hukuk olduğunu hatırlatmak kesinlikle demokratların vazifesidir. Siyasal iktidar her ne kadar hukuku ve insan haklarını korumayı amaçladığını iddia etse de siyasal iktidarın amacının siyasetten çok bağımsız olduğu saçmalamalarına konu olan “hukuk”ta iddia etmek ancak aptal bir safdilliktir. Tam da bu iktidarın karşısına dikilen toplum kendisini gerekirse tekrar tekrar iktidara hatırlatmalı gerekirse iktidarın ideolojik aygıtı olan hukuku da iktidara çevirmeyi bilmelidir. Olağanüstü hal gibi normatiflikten sıyrılınan durumlarda tekrar hukuk normlarına sarılarak mücadele etmek anlamsız gibi görünse de umutsuzluğa kapılacak değiliz. Çünkü baskısını yaptığımız haklar bizim nasıl yaşamak istediğimizin tarihsel delili olacaktır.


Bu anlamda inceleyeceğimiz kaynaklar; son değişikliklerle 2709 sayılı Anayasa, Anayasa Mahkemesi İçtihadları ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 15.maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarıdır. Ben de vakit buldukça bu başlıkta Anayasa'ya, Anayasa Mahkemesinin kararlarına, ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına dayanarak kamuoyuyla elimden geldiğince diyalog çabasına gireceğim. Egosunu bir kenara koyarak okuma zahmetine katlanacak nicelerine binlerce selam...
08/10/2016

6 Mart 2016 Pazar

“Sigmund Freud-Totem ve Tabu” İncelemesi

ı

BÖLÜMLER:
1-Sigmund Freud Üzerine
2-Neden Bu Kitabı Okudum?
3-Kitap Özeti
4-Kendi Çıkarımlarım
SİGMUND FREUD ÜZERİNE
(*Freud, Totem ve Tabu, Say Yayınları 2.baskı 2013 kapağından)
d. 6 Mayıs 1856, Freiberg, Avusturya-Macaristan İmp. (bugün Pribor, Çek Cumhuriyeti sınırları içinde) –ö. 23 Eylül 1939, Londra
Avusturyalı nörolog ve psikanaliz ekolünün kurucusu. Orta halli bir Yahudi yün tüccarının, kırk yaşlarındayken, kendisinden 20 yaş küçük bir kadınla yaptığı ikinci evliliğinden dünyaya geldi.
Lise yıllarında Latince, Fransızca ve İngilizce eğitimi gördü ve kendi çabasıyla İbranice, İtalyanca ve İspanyolca öğrendi. Liseden üstün başarı derecesiyle mezun oldu. Liseden sonra Goethe’nin bir yapıtından etkilenerek tıp alanını seçti ve 1873’te Viyana Üniversitesi’ne girdi; buradan mezun olduktan sonra aynı üniversite bünyesindeki Brückle Enstitüsü’nde çalıştı.
1883’te dönemin en ünlü beyin anatomisi ve nöropatoloji uzmanı Dr. Theodor Meynert’in yönetimindeki psikiyatri kliniğinde asistan olarak çalışmaya karar verdi ve Meynert’ten etkilenerek nöropatolog olmaya karar verdi. 1885’te nöropatoloji doçenti oldu. Aynı yıl kokain üzerinde çalışmaya başladı ve kokainin ağrı kesici uyuşturucu ve bağımlılık yapan etkilerini ilk bulgulayan kişi oldu.
Freud’un psikanaliz tekniğini geliştirmesindeki en önemli rolü Anna O. ismindeki bir kadın hastanın tedavisi oynadı. Çeşitli bedensel engelleri olan Anna O.’nun tedavi sürecinde “hastayı konuşturarak tedavi” yöntemini geliştirdi ve psikanaliz yönteminin temelini attı.
Prof. J. M. Carchot ile Paris’te isteri üzerine yürüttüğü çalışmaların ardından 1890’ların sonunda nörolojiden uzaklaşarak klinik psikolojiye yöneldi.
1896’da babasının ölümünün ardından girdiği derin bunalım sonucunda, sistemli bir biçimde kendini analiz etmeye başladı. Çocuk cinselliği üzerine yürüttüğü araştırmalar sonucunda, ünlü “Oedipus Kompleksi” kavramını geliştirdi.
1900’lerde yaklaşık iki yıl üzernde çalıştığı iki cilttik Düş Yorumu isimli kitabı yayımlandı.
1905’te yayımlanan Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme adlı yapıtında. Cinselliğin ve üremenin aynı kavramlar olduğunu ele alarak, insanlardaki cinsellik dürtülerin bebeklik çağında  başladığını ortaya koydu. Cinsellik üzerine görüşlerinden ötürü dönemin tıp çevrelerince ağır eleştirilere uğradı.
1913’te psikanalizi antropolojiye uyguladığı Totem ve Tabu adlı yapıtı yayımlandı. Bu çalışmada, ilkel toplumlarda Oedipus kompleksiyle bağlı suçluluk duygusunun bastırılmasının tüm insanlık kültürünün, dinlerin ve sanatın kaynağı olduğunu öne sürdü.
1923’te kendisine üstçene ve damak kanseri tanısı konuldu, daha sonraki yıllarda 33 kez ameliyat geçirdi.. sürekli protez takması gerektiği için, uzun yıllar konuşurken ve yemek yerken güçlük çekti.
1938’de Nazilerin Viyana’ya girmesiyle, en küçük çocuğu Anne Freud ile birlikte Avusturya’yı terk etmek zorunda kaldı ve Londra’ya yerleşti. 23 Eylül 1939’da kanserden yaşamını yitirdi.
Mektuplarını ve anı defterlerini yakan, ardında hiçbir özel belge bırakmamaya çalışan Freud’un özel yaşamına ilişkin ilk ve en kapsamlı bilgiler, aynı zamanda yakın dostu olan İngiliz psikiyatr Ernest Jones’in 1953’te yayımlanan 3 ciltlik Sigmund Freud’un Yaşamı ve Yapıtları adlı kitabıyla ortaya çıkabilmiştir.
Neden bu kitabı okudum?
Daha önce okuduğum Pierre Clastres-Devlete Karşı Toplum kitabında ilkellerin yaşam tarzları, kültürleri, sosyal ve siyasi corpus’ları(organizmaları) üzerine incelemeler yapılmıştı. Clastres bu kitapta batının etno-merkezciliğini etnosantrizmini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiş, bir çizgi şeklinde ilerleyen, tekçi tarihe karşı çıkmıştı. Rouesseau’cu Clastres toplumun mutlaka sivilleşeceğini ve zorlayıcı iktidara kavuşacağını iddia eden batı toplumuna karşı, Paraguay’da 1953 yılına kadar varlığını sürdüren Guayaki kabilesini göstermiştir. Birçok ilkel arkaik toplumu mercek altına alan Clastres ilkel toplumlarda siyasi corpus’u incelemiş ve batının zorlayıcı-tekçi iktidarından başka bir siyasi iktidar tipi göstermiştir. Devlet denilince akla hep siyasi iktidar gelir. Fakat bunu düzeltmek gerekirse, siyasi iktidar ve devlet özdeş değildir. Devlet yalnızca bir siyasi iktidar türüdür. İlkel toplumlarda devlet kurumuna benzemeyen siyasi iktidar tipleri de kurulmuştur. Kurulan bu siyasi ve sosyal corpus’lar içerisinde ilkeller kendilerine çeşitli yasaklar ve kurallar koymuşlardır. Savaşçıyı sosyal corpus’un dışına atmışlar ve savaşçının gücünü kullanarak hayatlarını düzenlemesini engellemek istemişlerdir. Şef adı verilen kabile reisine birçok yasak koymuşlardır. Yasakların dışında şeften cömert ve iyi bir hatip olmasını beklemişlerdir. Zaman zaman bazı kabilelerde yasaklar öyle boğucu hale gelmiştir ki, kabileler kendi içlerinden bir adamı hapsetmiş, zorla şef yapmışlardır. Freud,  siyasi antropolojinin konusu olan bu yasakları ve uyulması gereken kuralları psikanalizle birleştirerek incelemiş, bunların kaynağına el atmıştır. Yasakların, zorlamaların ve cezaların kökeninde yatan psikolojik sebeplere dair incelemeler yapmıştır. Freud’un bu çalışmasının amacı, insanı doğa halinden ayırıp kültürel alana sokan yasakların ve zorlamaların kaynağına ilişkin fikirler vererek iktidarın gücünü nereden aldığına dair yeni düşünceler geliştirmektir. Bütün bu nedenleri göz önüne alarak, bu kitaptaki bilgi ve çıkarımların çalışmalarıma yön vereceğine inandığım için bu kitabı okuma kararı aldım.
!!!!
Öncelikle, bahsettiğim konular kitapta önemli gördüğüm yerlerden alıntılardır. Yer yer kendi cümlelerimi de katarak, kitapta anlatılanları özetlemeye çalıştım. Bu nedenle bunlar çoğu zaman eksik ve altı doldurulmamış bilgilerdir. Bütün bunlar kitap hakkında bir fikir sahibi yapmak amacını taşır. En çok çekindiğim, kitap hakkında sizlere yanlış fikirler vermektir.
Eleştirileriniz ve sorularınız incelemeyi daha değerli hale getirecektir.
I.Yasakevi (Ensest) Korkusu
Kitapta ilk anlatılan konu ensest yasağıdır. İlkel toplumların tümünde bulunan ve hiç sektirmeden göze çarpan bu yasak belli bir yere veya bölgeye bağlı değildir. Eğer üzerinde inceleme yapılan herhangi bir toplumda ensest yasağı uygulanmasaydı, bu durum üzerine düşülmeye değer, insanın kültür alanına yönelik bir durum olmayacaktı.
 Totem ilk dinsel-etik olguların başlangıcıdır. Her ilkel topluluğun ister canlı ister cansız bir totemi vardır. Bu açıdan, aynı toteme sahip kişilerin cinsel ilişkiye girmemesini kapsar. Gelgeç ilişkilerde bile, bu yasağın büyük yaptırımı vardır. Bu yasağı delen kişi uğursuz sayılır. Söz konusu durumun incelemesini yapan Freud, kitabın ilk kısmında bunun bir ambivalense(duygu ikircikliği) yani, birbirine zıt iki duygunun çatışmasına bağlar.
II.Tabu ve Ambivalens
Tabu kısıtlamaları, dinsel etik yasaklardan daha değişiktir. Bir tanrının buyruğundan kaynaklanmayıp, kendiliğinden var olmuşlardır. Etik yasaklardan ayrıldıkları nokta; genel olarak, kaçınılması zorunlu görülüp, bu zorunluluğu belli bir nedene dayandıran bir sistem kapsamına alınamamasıdır. Hiçbir neden içermeyen tabu yasaklarının kaynağı belirsizdir. Bizim için anlaşılmaz nitelik taşısalar da onların egemenliği altında yaşayanlar için pek doğal sayılırlar. Tabu yasakları şunlardır:
a)      Kabile reisi ya da kabile rahibi gibi önemli kişileri, ayrıca önemli eşyaları vb. bir zarara uğrama olasılığına,
b)      Kadınları, çocukları ve genellikle sıradan kişiler olarak güçsüz bireyleri rahiplerin ve kabile reislerinin güçlü manalarına(majik güçlerine),
c)      Cesetlere dokunulmasından, belli yiyeceklerin yenmesinden vb. kaynaklanacak tehlikelere,
d)      Doğum, oğlan çocukların topluma kabul seramonileri, evlilik, cinsel eylemler gibi yaşamın önemli olaylarını bozguncu güçlere,
e)      İnsanları tanrıların ve cinlerin gücüne ve gazabına,
f)       Anne ve babalarından birine sempat sinir sistemiyle bağlı olan, henüz doğmamış çocuklara, bebeklere, annelerinin eylemlerde bulunmaları ya da zehirli bazı yiyecekleri yemelerinden dolayı, henüz doğmamış bebeklerin karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı korunup esirgenmesidir.
İlk ceza tabu anlayışından çıkmıştır. Tabu mutlaka intikamını alır. İlk başlarda tanrının kudretinden beklenen bu durum, tabunun zamanla gelişimi sonucu toplumun kendisi tarafından üstlenilmiştir.
Tabu yasaklarının temelinde, saplantı nevrozlarla benzer olarak korku yatar. Bu korku aynı zamanda o davranışı yapma isteğiyle birleşince bir ambivalens oluşur ve tabu yasağına dönüşür. Korku o davranışı yapma isteğinden daha büyüktür, bu yüzden tabu yasaklarının oluşumunda daha etkilidir.
Saplantı nevrozlarla tabu arasındaki benzerlikler:
1)      Yasakların belli bir nedene dayanmayışı,
2)      İçten içe gelen bir zorlama sonucu bu yasaklara aykırı davranılmayışı,
3)      Başka nesneler üzerine kaydırılabilmeleri ve yasaklanan davranışın bulaşıcı nitelik taşıması,
4)      Yasaklardan kaynaklanan yaptırım tarzında seramoniyle gerçekleştirilmesi beklenen davranışlar.
Belki de bilinç denilen şey, tabusal vicdanla ortaya çıkmıştır. Peki vicdan nedir? Vicdan içimizde yaşayan bazı isteklerin uygunsuzluğuna dair iç algıdır. Ne var ki, böyle bir uygunsuzluk için neden aramak boşuna zahmettir. Vicdan sahibi biri kendi içindekinin lanetlenmesi gereken bir istek olduğunu bilir. Belli istekleri açığa vurduğumuz davranışların lanetlenilecek niteliğine ilişkin iç algı, dolayısıyla duyulan suçluluk bilinci bunu açıkça gözler önüne serer. Böyle bir suçluluk bilinci içini dışarıda neden aramaya gerek yoktur; vicdan sahibi biri, söz konusu istekleri lanetlemenin, gerçekleştirilen eylemlerden dolayı kendi kendini suçlamaların haklılığını içinde duyumsar”…” Buna göre belki vicdan da bir duygusal ambivalens içerir.
En güçlü yasaklar, en güçlü ayartılardan kaynaklanır. Örneğin toplumda ensest yasağına ilişkin bir yasa yoktur.
III.Animizm, Maji ve Düşünsel Her Şeye Gücüyeterlilik
Animizm dar anlamda ruhsal tasarımların, geniş anlamda ise; genel olarak ruhsal varlıkların öğretisi anlamını içeriyor. Ayrıca, bize cansız görünen doğanın canlılığı öğretisi demek olan animatizm kavramı da kullanılmakta, bunlara animizm ve manizm de katılmaktadır. Animizmin o çağlarda bir din olamayacağını, ancak gelecekteki dinlere temel oluşturacağını söyleyebiliriz. Ayrıca mitlerle animizm arasındaki ilişki de dikkat çekicidir.
Majinin ise iki ayrımı vardır. Bunlar öykünümsel-taklidi ve bulaşıcı ayrımlarıdır. Maji bir obje kaydırılmasıdır. Bu şekilde tabuya uğrayan nesnenin belirli özellikleri başka bir nesneye kaydırılır. Kaydırılan nesneye karşı belli davranışlarda bulunulur. Kaydırılan nesneye yapılan seramonileri gerçek nesnenin algılayacağı düşünülür. Bu düşünce de düşünsel her şeye gücüyeterliliktir. Freud bugün düşünsel gücüyeterliliğin varlığını koruduğu tek alan olarak “sanat”ı görür.
IV.Çocukta Totemizmin Dönüşümü
Totem kabilenin belli bölümlere ayrılması belli organizasyonlara dağılması açısından önem taşır. Totem insanların pratik, günlük gereksinimlerinden ortaya çıkmıştır. Totemizmin çekirdeğini oluşturan isimlendirme şekli, ilkel yazı tekniğinin bir sonucudur. Totemin karakteri, ayrıca kolay resmedilen yazı işaretlerinin karakteridir. Ne var ki, bir hayvanın ismini taşımaya başlayan ilkeller, buradan yola çıkarak, ileride o hayvanla akraba oldukları düşüncesini geliştirmişlerdir.
Totemizmin kökeninin ne olduğuna ilişkin kuramlar kitapta üç başlık halindedir:
1)      Nominalistik kuramlar
2)      Sosyolojik kuramlar
3)      Psikolojik kuramlar
Freud psikolojik kuramı baz alarak incelemiş, totemizmi ensest yasağıyla ilişkilendirmiş, çocukların kendisine rakip olan babayı öldürmesinin ardından, anneye ulaşmayı herkese yasaklamasıyla başlatmıştır. Özetin özeti olarak, babayı öldürdükten sonra, babaya yönelik olan suçluluk duygusunu maji ile başka bir objeye kaydıran çocuklar, o objeye karşı büyük suçluluk hissetmişlerdir. Zamanla gözlerinde büyüttükleri totem onların sosyal hayatlarının her alanına girmeye başlamıştır.
                                               - - -
Kendi Çıkarımlarım:
1-Toplumun olduğu her yerde sosyal alanı düzenleyen kurallar vardır. Bu kurallar, toplumsal düzenin oluşmasına ve devam etmesine yardımcı olur. Kamu hukuku topluluğunda, toplumu düzenleyen bu kuralların niteliğini araştıran biri olarak, Big Bang’den olamasa da, insanın doğa halinden kopuşu ve kültürel alana geçişinden başladım. İnsanların hayvanlardan farklı olarak, doğa alanının yanında bir de kültürel alanı vardır. Bu kültürel alanını kendi koyduğu etik-sosyal kurallar belirler. Aslında bu noktada kural kavramı çok önemlidir. Kurallar; yasaların oluşmasının başlangıcıdır. Yasa ise siyasi iktidarın toplumda kendini etkin şekilde kullanabilmesinin rasyonel şeklidir. Yasa koymak ve o yasayı uygulayabilmek, toplumda birtakım insanların -Gramsci’nin anlatımıyla- “rızasını alabilmek”, ilkel toplumlarda nasıl gerçekleşti sorusunun cevabını, bir de bu kitapta aradım. İnsansoyu için yasa öncesi durumdan, yasa sonrası duruma geçilmesi için nicel bir farklılığın olması gerekir. Hangi nicel durum vardı ki, insanları ahlaki anlamda bir kural koyarak kültürel alana itti? İlk yasak nereden başladı? Kitapta siyasal antropolojinin konusu olan bu durum psikanalizle incelenmeye çalışılıyor. Bu anlamda aslında S. Freud ilk yasa kavramını psikanalizle inceleyerek kamu hukukunun gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Freud’un inceleme konusu olan totem, özette de belirttiğim üzere, toplumda dinsel-etik dünyanın kıvılcımlarının oluşumunun başlangıcı olarak ele alınır. Bu noktada totemizmin kökünü incelemek gerekir. Freud’un gorillerde yaptığı araştırmalar sonucu gördüğü üzere, baba goril-anne gorille olan ilişkisinden meydana getirdiği çocuklarla birlikte, bir klan oluşturur. Bu klan içerisinde, baba goril cinsel olgunluğa eriştikten sonra, annesini isteyen erkek gorillere anneyi yasaklar ve onları klandan kovar. Bu durumda, işin içine kıskançlık girmektedir. Kadına sahip olan baba, onu başkasıyla paylaşmak istemez. Klandan ayrılan çocukları,  dışarıda çok zor şartlar beklemektedir. Aynı zamanda çocuklar anneyi arzulamaktadır. Tek başlarına babalarına gücü yetmeyen çocuk goriller, klana dönüp baba gorili elbirliği ile öldürürler. Bu noktada işin içine ölüm tabusu girer. Bir yandan babalarını öldürmek isteyen çocuklar, diğer yandan bunun için büyük suçluluk duygusuna kapılırlar. Bu durum kitapta anlatılan ambivalens durumudur. Yanı karşıt iki duygunun çatışması ve sonucunda baskın olanın kazanması durumudur. Bu noktadan itibaren çocuklar, bu sefer de birbirleriyle anne için yarışa girmek istemezler. Babalarının ölümünden de büyük suçluluk duyan çocuklar, ona karşı olan bu duygularını, canlı veya cansız başka bir nesneye yönlendirirler. Bu durumda “düşünsel her şeye gücüyeterlilik” olarak ortaya çıkar ve majik anlamda, babalarına karşı olan duygularını bir objeye yönlendirirler. Toteme karşı hareketleri artık bu suçluluk duygusu altında yeşerecektir. Kurban kesme törenleri, hareketlerini tekrar etmeleri, totem hayvanına dokunma yasağı gibi yasaklar, hep bu suçluluk duygusundan kaynaklanır. Başlardaki durumu unutan sonraki nesiller de kendilerini bu totem hayvanıyla akraba olarak düşünürler. Ona karşı duyulan saygının kaynağını unutan sonraki nesiller, toteme karşı saygıyı büyütür ve kutsal bir nitelik katarlar.
Bu anlatılanları doğru olarak kabul edip, psikanalizle değerlendirme yapmamız ne derece doğru bilmiyorum. Fakat bilim hep varsayımlar üzerine ilerlemek zorundadır. Sokakta yürüyen ve tanımadığımız bir kişiye “merhaba” derken bile, karşımızdaki insanın kendi dilimizi bildiği varsayımı üzerinden hareket ederiz.
2-İlk olarak gözümüze çarpan otoritenin ve iktidarın tepeden tırnağa atasoylu ve erkek olduğudur. Tarihte bir bilincin diğer bir bilinç üzerinde zorlayıcı bir etkide bulunması, ilk olarak erkeğin kadın üzerinde hak sahibi olduğunu düşünmesi ve onu kıskanmasıyla başlar. Kadını kendi gücüyle metalaştıran ve onun üzerinde hak sahibi olduğunu iddia eden baba, kendinde çocuklarını klandan atma hakkını görüyor. Burada gördüğümüz gibi; erkeğin kadın üzerindeki baskısı ve kontrolü siyasal düzenin ne olduğuyla alakalı değildir. İnsanlık tarihinden beri siyasi sistemler değişmiş, buna karşılık kadının toplumdaki yeri değişmemiştir. Bu sorun kadının toplumda yer edinmesinin siyasi sistemin şeklinin değişmesine dönük değil, siyasi iktidarın kaynağına dönük bir hareketle gerçekleşebileceği açıktır. Çünkü erkek iktidarının oluşmasıyla kadın, toplumda meta olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple iktidara yönelecek hareketlerin neden kadın hareketi olması gerektiği açıktır.
3-Aynı zamanda iktidarın gücünün ve majisinin kaynağı açısından da Freud bize birçok şey söyler. Totemdaşların totemin kökenini unutmalarının, totemi nasıl daha güçlü yaptığını anlatır. İlkel topluluklarda dil çok fazla akışkandır. Bunun nedenleri kitapta uzun uzadıya açıklanmıştır. Bizi ilgilendiren ise dilin bu akışkanlığıyla, kelimelerin anlamlarının sürekli kaymasıyla, klanda sosyal ve siyasal alanda ne tür değişikliklerin olduğudur. Bu konuda şunu görmekteyiz ki dil; insanlar üzerindeki en etkili hegemonya araçlarından biridir. Değişen dil toplum üzerinde bilgisizlik kaynağı olmuş, ilkeller gitgide toteme ve iktidara daha fazla önem atfetmeye, unuttukça onun gücünden daha fazla korkmaya başlamışlardır. Buradan tam tersini düşünecek olursak, insanlar bilgi edindikçe ve birbirleriyle sağlıklı iletişim kurdukça, iktidardan daha az korkmaya başlayacaklardır. Freud’un birçok konuda korkuyu açıkça ön plana çıkardığını ve bunu üzerinden psikanalizle ilgili çıkarımları yaptığını gördüm.
Freud’a göre korku hem bulaşıcı hem özendiricidir. Kabileyi yöneten şef ve kabilenin totemi ata ve erkektir. Birbirleriyle özdeşleşen bu iki özne toplum üzerinde kutsallık bakımından benzer etkiler yaratmaya başlar. Bürokrasi yapılanmasına benzer bir şekilde şefle konuşmak herkes için kolay değildir. Şefle ancak manası ondan bir düşük olan kişi konuşabilir ve bu şekilde konuşabilme hakkı kademeler halinde aşağıya doğru iner. Bunu sebebi hem şefi korumak, hem de şefin majisel gücünden korkulmasıdır. Bugün modern toplumda bürokrasinin bir üst basamağından sonraki kişiyle konuşmak toplumdaki bireyler için korkutucudur. Benim aklıma gelen ise bunun ilkel toplumdaki üstün majisel gücünden korkma düşüncesinden kaynaklanabiliyor olacağıdır. Tabi bu sadece benim oluşturduğum bir varsayımdır.
4-Tabunun ilk cezanın kaynağı olması konusuna gelelim. Toplum belli kurumlara belli değerler atfeder. Bugün modern toplumda askerlik, evlenme, erkeğin sürüne sürüne erkekliğin içine sokulması, kadınların namusu gibi konular toplumun değer verdiği konulardır. Bu kurumlara toplum tarafından verilen değer dinsel bir değer değildir, bu sebeple totemden sıyrılır. Bu kurumlar tam olarak toplumun tabularıdır. Toplumda; bireylerin toplumun kırmızı çizgilerinin ihlal etmesine karşı büyük bir korku duyulur. Aynı zamanda bireyler içlerinde bu kurumları delmek için bir ayartı hisseder. En büyük yasaklar ve cezalar en güçlü ayartılardan kaynaklanır. Örneğin Türk Ceza Kanunu’nda enseste yönelik herhangi bir ceza yoktur. Bu unutulmuş veya es geçilmiştir. Fakat bireylerin içlerinde tabu davranışı yapmaya yönelik ayartıların olduğu konular hakkında birçok ceza düzenlenmiştir. Bu da toplumdaki bireyleri saplantı nevrozlular sürüsüne çevirir. Örneğin askere gitmeyi reddeden kişi, toplum tarafından dışlanır. Buna karşılık bireyler içlerinde askere gitmeyi kendi hayat akışlarını bozan bir durum olarak görürler. Kendi yaşam hakkını korumak için, haklarını devrettiği devletin, bireyi ölüme göndermesi, birey için istenmeyen bir durumdur. Birey askere gitmemek için bir ayartı hisseder. Buna karşılık, bireyin askere gitmemesi halinde toplumdan dışlanmanın ve devlet tarafından verilecek cezanın korkusunu yaşar ve bu korku daha ağır basar. Sonuçta birey askere gitmek zorunda bırakılır. Bu gibi toplumsal kırmızı çizgilerin ilk çizilmeye başladığı yeri ve zamanı tam olarak bilemeyiz. Çünkü tabuların kaynağı belirsizdir, fakat birçok örneğini ilkel toplumlarda görebiliriz.
İlkel toplumlarda tabu yasağını çiğneyen kişinin cezasını bizzat tabunun kendisinin vereceğine inanılırken, tabunun gelişimiyle ceza kesme görevi topluma kaymıştır. Buna ek olarak bazı durumlarda kişi kendi kendine de ceza verebilmektedir. Örneğin şefin çakmağına dokunduğunu anlayan bir ilkel 3 gün içerisinde öleceğini düşünmüş ve gerçekten de ölmüştür. Tabunun getirdiği düşünülen bu uğursuzluktan kurtulma çeşitli seramonilere bağlanmıştır. Bu şekilde yasağı çiğnemenin uğursuzluğundan kurtulacağını düşünen ilkel insanın modern toplumdaki karşılığı hapishane ve merkezi iktidardır. Toplumu korkutma amacıyla şiddet tekelini yoğun biçimde kullanan merkezi devlet ilkel toplumlardaki tabu korkusunu rasyonel hale getirmiş ve hapishanelerle, hastanelerle akılcı hale sokmuştur. Sokulan akılcı halde devletin ceza vermedeki amacı toplumu korkutmak, suçu işleyen bireyi ıslah etmek ve cezasını ödetmek şeklinde sıralansa da benim fikrime göre, cezanın bugünkü toplumdaki esaslı amacı; toplumu korkutmak, bu şekilde toplumsal düzeni sağlamak ve herkesi üretime katılmaya zorlamaktır. Devlet hangi suçluyu ıslah etmeye çalışmıştır? Ya da bir hırsızlık suçu işleyen kişinin cezasının söz gelimi 6 yıl hapis olması, bir tecavüzcünün cezasının 4 yıl olması, gerçekten suçun cezasını suçluya ödetebilir mi? İlkel toplumda tabu yasakları sonucunda bireye karşı gerçekleştirilen seramoninin amacı bireyi bu uğursuzluktan kurtarmaktan başka bir şey değildir. Bireyin uğursuz olduğuna dair gerçek bir inanç vardır. Toplumun korkusu tabunun işlenmesine karşıdır. Tabuyu işleyen ve karşılığında uğursuzluktan kurtulmadan topluma katılan kişi ise toplumda korku yaratır ve kendisi bir tabuya dönüşür. Çünkü o kişi tabu yapmaya cesaret etmiştir. Bu cesaret toplumda bir merak yaratır. Fakat bu merak karşılığında o kişiye duyulan korku daha ağır bastığı için bir ambivalens durumu söz konusu olur, kişi tabulu olarak sayılır. Toplumdan dışlanır ve toplumdan dışlanmak; birey için bana göre, insanlık tarihi boyunca verilmiş en büyük cezalardan birisidir.
Son olarak toparlayacak olursak; tabular bir ambivalens içerir. Kaynağında o davranışı yapma ayartısıyla, “korku”nun çatışması ve korkunun galip çıkmasıdır. Bu korku bulaşıcıdır ve topluma yayılır. İster ilkel,  ister modern toplum buna karşı savunma mekanizmaları oluşturur. Bu anlamda, ilk ceza tabudan kaynaklanır.
Kitaba yönelik mütevazı çıkarımlarım bunlardır. Kamu hukuku adına değerli bir yapıttır. Hukukla ve siyasetle ilgilenen kişilere önerilir.
Seçkin

5 Mart 2016 Cumartesi

HUKUK VE ARZU


Bir düzen kodu olarak “hukuk hayali” 200 bin yıllık insan serüveninin her aşamasında bizi takip etmiştir. Hukuk; insanın en önemli yetilerinden biri olan örüntü tanıma kabiliyetinin objesi olan imgeye yönelmiş fikrinden kaynaklanır. Söz gelimi doğada kaplan imgesinden bahsedildiğinde örüntü tanıma kabiliyetimiz dolayısıyla bunun bir fikri oluşur. Bu fikir insanlar arası etkileşimlerle de pekişerek, kaplan imgesinin bir kodu olarak kaplan algımıza yerleşir. Bu artık gerçek dünyadaki kaplanın gerçeklik dünyasındaki fikridir. Her fikir bir imgenin hangi şekilde olması gerektiğini anlattığı ölçüde söze dökülür ve fikir dünyamızdan çıkarak seküler olmaya başlar. Yani hukuk olmaya başlar. Cemal Bali Akal Hocamın “İktidarın Üç Yüzü” adlı kitabında bahsettiği soyut dünyadan somut dünyaya geçişteki inisiasyon süreci fikrimce söze dökülmeyle karşılığını bulur.
Hukuk, belki de sözün doğuşundan çok daha önce insanlar arası iletişim kanallarıyla ortaya çıkmıştır. (iletişim kanalları sonsuz şekilde olabileceğinden kolay hayal edilebilmesi adına yazımda bu duruma “söz” diyorum.) Hukuk insan kültürünün ögelerinden biridir. Akılla bulunmamıştır. Doğada sürekli farklı durumlarla karşılaşıp, bu durumlara farklı duygulanımlar (affection) gösteren insan faaliyetinin sonucudur. Yani tecrübidir. İlkel anlamda hukuk Roma Hukukunda olduğu gibi pratik bir faydaya veya ilk yasakta olduğu gibi psikanalitik incelemenin konusuna hizmet eder.
İnsan kültürünün oluşumuyla -sözle- başlayan hukuk faaliyeti toplumdaki bireyler arasında eşitsiz bir ilişki doğurur. Eşitsiz bir ilişkinin doğmasında her sözün kuşkusuz bir buyruk olması yatar. Buyruk da tabiatı gereği mutlaka itaat ister. Buyrulma ilişkisinin ters yüzünden bakarsak; buyrulan kişi bu buyruğa uyması için kendisinde bir motivasyon bulursa; buyuran kişi buyrulan kişi üzerinde bir mikro-iktidar ilişkisi kurmaya başlayacaktır. Buyrulan kişi gerekli motivasyonu bulamazsa da hukuki etkinliği kalmamış bir hukuk normu şeklinde bu küçük mikro iktidar ilişkisi kırılmış olacaktır. Bu noktada en önemli olan şey motivasyondur. Motivasyon mutlaka bir “arzu içeriği”dir.
Fikir dünyamızda -imgeye bağlı olarak- meydana gelen normun, uygulama dünyasında buyruk şeklinde dile gelmesiyle hukuk oluşur. Hukuk; yasa/uygulama ikiliği içinde imgeler ve fikirler arası yönelim ve etkileşimleri anlatır. Av düzeninde avcıların pozisyonları daha önceki av-avcı diyalektiğinin etkileşimlerini kapsar. Fikirsiz imge olabilir; fakat imgesiz fikir olmaz. Örneğin hakkında fikir sahibi olmadığınız bir obje imgesi doğada varken fikir sahibi olduğunuz her objenin de bir imgesi vardır. Hukuk fikrinin imgesinin ise doğaüstü metafizik bir yaratıcı olan Tanrı olduğu veya iradi pozitivistler gibi bunun kaynağının bireyin özgür iradesiyle uygulamak istediği hukuk normu olduğu fikri sadece buyruğu rasyonelleştirmek için uydurulan safsatalardır. Çünkü bu kaynaklar gündelik hayata ilişkin değildir. Kendisini bizzat tanıma fırsatı bulamadığım derslerini ancak internet üzerinden takip etme imkanı bulduğum 2007 yılında aramızdan ayrılan sevgili Ulus Baker Hocamın da açıkladığı gibi, insanın en temel itkisi arzudur. Oysa özgür irademizle hareket edebilmek için rasyonel yani akılcı davranmamız gerekirdi.
İnsan rasyonel ve aklıyla hareket eden bir varlık değildir. İnsan arzularıyla hareket eder. İnsanlar her an yapılacak en akıllıca işleri yaptığını iddia edemez çünkü öyle bir mutlak doğru yoktur aslında. Mutlaka duygularıyla da hareket ederek yapma arzusunda bulunduğu şeyleri yapar. Oysa hukuk insandan rasyonel davranmasını bekler. Örneğin burada oturup benim yazımı okumanızdan başka yapacağınız “birçok akıllıca iş” varken yazımı okumaya tahammül etmişseniz (veya etmemişseniz de) sizin de pek rasyonel davrandığınız söylenemez. Rasyonel olmak akılla kavranan mutlak bir doğrunun olduğuna ilişkin bir ifadedir. Platoncu bir ifade olduğu da söylenebilir. Oysa imgeler sadece akılla değil aynı zamanda bedenle de kavranır. Bedenin bir parçası olan zihnimizi kavrayışın esas pozisyonu saysak da aslında kavrayışın içinde duygularımız ve sezgilerimiz de vardır. Bir insan bir yolda öylesine yürüyemez. Mutlaka bir duyguya bir arzuya sahip olarak yürür. Örneğin sevdiğimiz bir arkadaşımızın yanında bir ortama girersek ister istemez ortamdaki diğer kişileri de severiz ve aramızdaki hukuk buna göre oluşur. Ya da sevmediğimiz bir arkadaşımızın yanında bir ortama girdiğimizde ister istemez ortamdaki diğer kişileri de sevmeyiz. Bu sefer ortamla aramızdaki hukuk ona göre oluşacaktır. Buna karşılık kendimizi ortamda hazır bulunan kişilerden biri olarak varsayarsak bizi hiçbir neden yokken seven bu kişiye karşı ister istemez sevgi duyacağız ya da bizi ortada hiçbir neden yokken sevmeyen birine karşı sevmeme pozisyonuna düşeceğiz. Yaptıklarımıza nedenler bulmadıkça belli şartlar altında belli tepkiler veren ve dolayısıyla özgür iradesi olmayan otomatlar olduğumuz söylenebilir.
Bu noktada yukarıda bahsettiğim örnekte bulunan hukuk algısı; kişilere karşı duyduğumuz arzulardan oluştuğu için kendisini bulunduğu ortamın egemen(buyuran) pozisyonuna sokmak isteyen kişiye göre, bulunduğumuz yerde tamamen bir kaos ortamı hüküm sürüyordur. Çünkü herkesin arzularıyla hareket ettiği bir ortamda modernist bir ilke olan öngörülebilirlik sağlanamaz. Modern endüstrinin altın kuralı öngörülebilirliktir. Modern endüstri öngöremediği arzuya karşıdır. Ortalama, makul, orta zekâlı kişi, basiretli bir iş insanı arzularından sıyrılmak ve rasyonel düşünmek zorundadır. Fakat fikrimce rasyonel insan yoktur. Rasyonel insan yoksa pozitif hukuk sistemlerinde sıkça bahsedilen standart prototip kimdir? Standart prototip arzusuz ve akıllı davranan “normal” kişilerdir. Toplumda insanlar bu normale aykırı davrandıkça kendisini hatalı hisseder. Davranışlarımız sadece zihinsel değildir. Tepkilerimiz gün içerisinde başımıza gelen birçok olayın varyasyonudur. Bu da kapitalist işleyişe göre pek akıllıca olmayabilir çünkü öngörülemezdir. Öngörülemez davranışlar gündelik hayatımızda muazzam bir yasadışı ortam oluşturur. Bu noktada Deleuze’nin okumasıyla Foucault yorumu yapmak gerekirse hukuk modern çağda yasal bir alan yaratma mecrası değil, -egemen diliyle-yasadışılıkları(arzuları) kontrol etme mecrasıdır. Bu da her köşe başında sözle(iletişim kanallarıyla) kurulan yasadışı ilişkiyi egemen düzenin normlarıyla kontrol altına almaya çalışır. Yani modern hukuk kaosu yönetir.
Gündelik hayatınızda hukuk dışı birçok şey yaparsınız. Kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçersiniz, büyüklerinizin yanında bacak bacak üstüne atarsınız, ya da yere çöp atarsınız. Çoğu zaman hukukun emredici yönü uygulanmaz. Fakat pozitif hukuk sadece kaos egemenlerinin düzenini bozduğunuz zaman; birinin mülkiyetine çöp attığınız zaman uygulanır. Örneğin Hollanda yasalarına göre uyuşturucu madde kullanımı yasaktır. Fakat sokağa çıktığıızda sanki kullanımı serbest gibidir. Uygulamada herkesin kullandığı uyuşturucu maddelerin kullanımının yasal hale gelmesi teklif edildiğinde devlet elindeki bu rasyonelleştirme aracını yani yasayı kaybetmek istememiş ve yasaklayıcı yasayı kaldırmamıştır. Fakat bu yasayı sadece sistemin egemen hakları rahatsız edildiğinde örneğin mülkiyet hakkı, tüketim hakkı gibi haklar gasbedildiğinde uygulanabilecek pozisyona sokmuştur.
Sonuç; hukuk devletinin bütün yasaları rasyoneldir. Rasyonel olmayanın, adalete ulaşma çabası içinde olmayanın, Lon Fullerin 8 ilkesine uymayanın hukuk olmadığına inanırız. Oysa hukuk her sözle birlikte var olur. Çünkü her söz bir buyruktur.  Modern düşünselliğinin bu kadar yerleşik olduğu; muhalif kimselerin bile sistem normlarıyla düzene değil iktidara karşı çıkmasıyla ispatlanabilir. Arzusuz insan olmaz. Modernist hukuk burada akılcı bir yöntem kullanarak insanlara normal olanı gösterir. Normal diye bahsedilen şey uydurma bir insan doğasıdır(Prototip meselesi). Normali gördüğünü düşünen insan, arzusunun pozitif tarafını endüstriyalizm için kullanmaya ikna olarak bunun özgür bir seçim olduğunu düşünür. Oysa özgür irade sadece hegamonik bir safsatadır
Seçkin

22 Ocak 2014 Çarşamba

Siyaset Bilimi Eşliğinde Toplumsal Sınıflar

Çalışma Bilgisi: Bu çalışma başlığı altında iki ana başlık takip edilecek olup, ana başlıkların da birden fazla alt başlığı yer alacaktır.
İlk ana başlık toplumsal sınıf olgusu olup alt başlıkları; toplumsal katman türleri, toplumsal sınıfları yaratan etmenler ve Marksist sınıf anlayışıdır. İkinci ana başlık toplumsal sınıflar ve siyaset olup alt başlıları; sınıf bilinci ve sınıf çatışması, Marksist kuramın eleştirisi ve geri kalmış ülkelerde durumdur.
Mevcut yazı çalışmasının esas kaynağı Ahmet Taner Kışlalı' nın Siyaset Bilimi adlı kitabı olup Marksizm ve....( hukuk,din, demokrasi, Marx, ilkel sermaye birikimi, pozitivizm-siyaset, akademinin solu) adlı kitap da ana yardımcı kaynak olarak kullanılmıştır. Çalışmada yararlanılan esas kaynak ve ana yardımcı kaynak daha çok konuların sistematik bir şekilde ele alınmasına yardımcı olmak amacı taşımaktadır. Bunun yanı sıra belirttiğim kaynaklardan fazlaca alıntıda söz konusudur. Ancak çalışmanın esasına ilişkin görüşler çalışmacının kendi siyasal tutum ve birikiminin eseridir.

                            TOPLUMSAL SINIFLAR

1) Toplumsal Sınıf Olgusu
     Sınıf kavramı birçok siyaset bilimci tarafından pek çok şekilde ele alınmış ve farklı amaçlarla kullanılmıştır. Sınıf kavramı toplumu bir katman halinde düşünecek olursak bu katman türlerinin en önemlisidir diyebiliriz. Ancak toplumsal sınıf olgusunu ele alabilmek ve daha iyi tanımlayabilmek bakımından diğer toplumsal katman türlerini de iyi tanımlamak gerekmektedir.
A) Toplumsal Katman Türleri
     İnsanlar arasında sebebi değişen birçok farklılık söz konusudur. Bu farklılıklar kimi zaman toplumsal, kimi zaman biyolojik, kimi zaman ekonomik etkenlerden kaynaklanmaktadır. Bu farklılıklar doğal olarak insanlar arasında belli eşitsizlikleri doğurur. Bu eşitsizlikler ise farklı kesimleri meydana getirmektedir. Çoğu zaman bu kesimlerin varlığı ve farklılıkların sebep olduğu eşitsizliklerin kuşaktan kuşağa aktarılması "katmanlaşma" denilen olguyu oluşturur. Bu katmanlaşmaların sayısı insanlık tarihi içerisinde çok farklı isimlerle ifade edilmiştir. Ahmet Taner Kışlalı bu katmanların en önemli olanlarını ana katmanlaşma türleri olarak ifade etmiş ve bunları kast, sınıf ve tabaka olmak üzere üçe ayırmıştır.
       Kast kelimesinin kökeni Portekizce casta(ırk) kelimesinden gelmektedir. Ancak insanlık tarihi içerisinde yaygın kullanım ve örgütlenme alanı olarak Hindistan gelmektedir. Hindistan' daki kast sistemi içerisinde çok katı kurallar mevcuttur. Öyle ki bir kasttan diğerine geçiş söz konusu olmadığı gibi, farklı kastlardan olan kişiler arasındaki ilişkilerde çok katı kurallara tabi kılınmıştır. Kastlar arasındaki bireyler evlenme yasağıyla karşı karşıyadır. Ayrıca yukarı kasttakiler istese dahi aşağı kasttakilerle belli yiyecekleri karşılıklı olarak yiyemez ve belli içkileri içemezdi. Kast sisteminde kişiler arasında bu gibi farklılıkların olmasını dayandığı sebep dinsel kökenli temiz ve temiz olmayan ayrımıdır. Her kasta mensup olan insanların neyi yapıp neyi yapamayacağı bu ayrıma bağlı olarak şekillenmektedir. Ancak bana göre bu ayrımı tahlil etmek için Marksist bakış açısı daha faydalı olacaktır. Maddi koşulların sosyal koşulları şekillendirdiğinin en büyük tarihi kanıtlarından bir tanesi de kast sistemidir.Bu sistem ekonomik sistemin tepesinde oturan kişilerin çıkarlarını korumak amacıyla üretilmiş bir hegemonya aracıdır. O dönemde alt kastta bulunan kişiler üzerinde meşruiyet sağlama aracı olarak dinsel bir temele dayandırılmıştır. En alt tabakaya mensup Paryaların("parya" köken olarak "dokunulmazlıktan" gelmektedir.) gölgelerinin bile kirli olduğu savunulmaktadır. Kast üyelerinin oturduğu mahalleler, köyler birbirlerinden farklıdır. En kirli işler en alt kastın üyelerine verilmiş durumdadır. Ayrıca tek bir kastın üyelerinin haricinde diğer kasta mensup üyelerin toprak sahibi olmaları mümkün değildir. Onlara biçilen rol dinsel görünümlü olduğu iddia edilse de ekonomik görünümlüdür. Bu rol de toprak sahiplerinin ekonomik çıkarına hizmet etmekten başka bir şey değildir.
Hindistan' daki kast olgusunun benzerleri çeşitli dönemlerde farklı coğrafyalarda kendisini göstermiştir. Ortaçağ Avrupası'nda soylular, din adamları ve onların dışında kalanların oluşturduğu zümreler buna örnek teşkil eder. Bu sistemde de birçok özellik kast sistemiyle benzerdir. Kast sisteminde olduğu gibi toplumsal statüler babadan oğla aktarılmaktadır. Bunun tek istisnasını din adamlığı oluşturmaktadır. Bu yüzden sıradan halka mensup kişilerin bir üst sınıfa geçiş yolunu din adamı olmak oluşturmaktadır. Ancak bu tabakalaşmada temelinde ekonomik ayrıcalıkların korunmasını oluşturduğundan ekonomik bakımdan elinde hemen hemen hiçbir şeyi olmayan halk kolaylıkla din adamlığına ulaşamamaktadır. Bu sistemde toprak sahibi soyluların, kilise mensubu din adamlarının ayrıcalıklı konumu ve diğer kişilerin ayrıcalıksız konumunun korunması ve açıklanması iş bölümü üzerinden gerçekleşmektedir. Herkesi korumak soyluların, herkes için dua etmek din adamlarının ve herkes içinde yiyecek üretmek halkın görevi olarak görülmektedir. Ortaçağ Avrupası' nda görülen bu durum kast sisteminde görülen keskin ayrımları barındırmamaktadır. Bu değişimlerden yola çıkılarak tarih okuması yaptığımızda toplumsal tabakalaşmanın getirdiği keskin ayrımların yavaş yavaş çözülmeye başladığını söyleyebiliriz. Bunun bariz örneğinin din adamlığına geçiş süreci olduğunu söylemek de bana kalırsa yanlış olmayacaktır.
Toplumsal tabaklaşmanın tarih boyunca farklı coğrafyalarda farklı görünümlerde var olduğunu ifade etmiştik. İşte bu tabakalaşma farklı görünüm ve isimlerde ortaya çıksa bile hepsinin temel bir ortak noktası mevcuttur.Bu da üst katmanların ekonomik çıkarlarını korumak ve bunun içinde alt katmanlarla üst katmanlar arasında olan hegemonik ilişkiyi kuvvetlendirmektir.
Antik Yunan'da kent demokrasisinin kölelik sistemine bağlı olduğu savunulmuştur. Köleler çalışıp üretirken,özgür yurttaşlar siyasetle, felsefeyle ve sanatla uğraşabilmiştir. Hukuk sistemleri de bu durumu korumak üzerine kurulmuştur ve anayasalarında kölelik olgusu meşrulaştırılmıştır.
Roma İmparatorluğu'nda ise köleler bu eşitsiz durumun farkına varmış ve Spartacus öncülüğünde ayaklanmıştırlar. Ancak bu kısa süreli özgürlüklerinin bedelini kılıçtan geçirilerek ödemişlerdir.(Ahmet Taner Kışlalı Siyaset Bilimi Siyasal Yaşamın Boyutları ve Toplumsal Sınıflar)
Kast uygulaması kimi zaman Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu gibi ırkçı bir temele oturmuştur. Bu ülkede kölecilik resmen 1863 yılına kadar sürmüş ve kanlı bir iç savaş ile son bulmuştur. Ancak bundan sonra da uzun bir süre ırk ayrımı biçiminde etkilerini sürdürmüştür. Eski köleler, daha sonra ikinci sınıf vatandaş konumunda olmuş ve beyazların faydalandığı birçok olanaktan faydalanamamışlardır.(Ahmet Taner Kışlalı Siyaset Bilimi Siyasal Yaşamın Boyutları ve Toplumsal Sınıflar)
Irkçı kast uygulamasının görüldüğü son ülke de Güney Afrika Cumhuriyeti olmuştur. Artık o ülkede de bu durum değişmektedir.
B) Toplumsal Sınıfı Yaratan Etmenler
         Çağdaş sınıf kavramına, Ahmet Taner Kışlalı'nın dediği gibi doğuştan var olan eşitsizliklerin ilke olarak kalkması ve yasalar önünde eşitlik ilkesinin kabulüyle birlikte geçildiğini söyleyebiliriz.
Toplumsal sınıfın tanımlanmasında çeşitli değişkenler ele alınmıştır. Gelir düzeyi, yaşam biçimi ve toplumsal saygınlık bu değişkenlerdendir. Ancak Marksistler bu tanımlamayı üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinden yapmışlardır.
Gelir düzeyini ele alarak toplumsal sınıfı tanımlayanlar, genellikle toplumu üst, orta ve alt sınıf olmak üzere üç sınıfa ayırarak incelerler. Ancak gelir düzeyi aynı olmasına rağmen kendisini belli sınıflara dahil edenler de bulunmaktadır. Örneğin geçim sıkıntısı çeken bir küçük esnaf bile kendisini genellikle orta sınıf olarak tanımlamaktadır. Oysa onunla aynı gelire sahip olan bir kol işçisi kendisini alt sınıf olarak tanımlayacaktır. Dolayısıyla gelir düzeyini baz alarak yapılan toplumsal sınıf tanımı aynı gelir düzeyine sahip olan insanlar arasındaki dayanışma ruhundan yoksunluğu önleyememektedir. Dolayısıyla sınıfsal çelişkiler esnek bir zemin üzerinde durmaktadır.
Toplumsal sınıfları yaşam biçimleri ile tanımlayanların hareket noktasını "orta sınıflar" ve "köylüler" oluşturur. Onlara göre büyük toprak sahibi olmayan, hiç toprak sahibi olmayan ve çok az toprak sahibi olup az sayıda işçi çalıştıran - ki bunlar daha çok aile işletmesi gibidirler- köylüler arasındaki yaşam biçimi aynıdır. Değerler ortaktır, olaylara verilen tepkiler hemen hemen aynı olmakla birlikte çok küçük farklılıkları içinde barındırmaktadır. Bu köylüler ile aynı gelire sahip bir kentlinin ise yaşam biçimi, değerleri ve olay değerlendirmeleri farklıdır. Dolayısıyla sınıfsal olarak ayrışmıştırlar. Bana göre bu bakış açışı sınıf içinde sınıf oluşturmaktan ibarettir. Marksist bir bakış açısıyla ele alacak olursak kent yoksulu daha çok hizmet sektörü içindeki patronların ekonomik çıkarları için, kır yoksulu ise tarım tekellerinin ekonomik çıkarları için sermayedarların hegemonyası altında çalışmaya mahkum edilmektedir. Farklı coğrafyalarda yaşamlarını şekillendiren bu insanların bölge gerçeklikleri farklı olduğundan yaşam biçimlerinin farklılaşması normaldir. Bu farklılaşma sınıfsal bir görünümden ziyade kültürel bir görünüm almaktadır. Dolayısıyla sermayedar-işçi kavramları üzerine kurulu olan sınıf kavramının kapsamını bu kadar genişletmek doğru değildir.
Toplumsal sınıf kavramını toplumsal saygınlık derecesine göre tanımlayanlar ise toplumsal saygınlığı yaşam biçimine, yaşam biçimini ise gelir düzeyine göre belirlemektedir. Ancak Marx'a göre toplumsal sınıf kavramını belirleyen temel faktör gelir miktarı değil o gelirin nasıl kazanıldığıdır. Gelirin nasıl kazanıldığı hususunda ise temel faktör üretim araçlarının özel mülkiyetinin kime ait olduğudur.
C) Marksist Sınıf Anlayışı
Yukarıda da belirttiğim üzere Marx para cüzdanlarının şişkinliğinden ziyade o şişkinliğin nasıl elde edildiği ile ilgilenir. Marx bunu " para cüzdanı ölçütü, tamamen nicel bir farklılık oluşturmaktadır. Eğer bu ölçütten hareket edilirse, aynı sınıftan iki kişi rahatlıkla karşı karşıya getirilebilir" şeklinde ifade etmiştir. Örneğin Marx'a göre fabrika sahibi bir kişi ile fabrikada çalışan bir kişi aynı gelire sahip olsalar bile aynı sınıftan sayılmazlar. Her maddi gerçekliğin karşıt maddi gerçekliğini yaratacağını söyleyen diyalektik materyalizme göre işçi sınıfının karşıt maddi gerçekliği sermayedarlardır. Bunların gelirlerinin aynı olması sınıfsal farklılıklarını ortadan kaldırmayacaktır.
Marx'ın yaptığı çözümlemelere baktığımızda sınıf sayısı oldukça fazla görünse de son çözümlemede bu sınıf sayısı iki ana sınıfa indirilmiştir. Bunun da temeli varlıklı-yoksul ayrımına dayanır. Bunun belirlenmesini sağlayan temel ölçüt ise üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip sınıfa burjuva sınıfı, bu üretim araçlarına dolayısıyla burjuva sınıfına bağımlı yaşamaya zorunlu kılınan sınıfa ise proletarya denmektedir.
Marx'ın tarih okumasında bu iki sınıfın adları değişse de onları oluşturan koşullar benzer ve genellikle aynı düzlemde yer almaktadır. Köleci toplumda köle-efendi, feodal toplumda derebeyi-serf ve nihayet kapitalist toplumda ise sermayedar-işçi adını alan bu tabakalaşmaların çıkış noktası, üst sınıfların (köleci toplumda efendi, feodal toplumda derebeyi, kapitalist toplumda sermayedar) ekonomik çıkarları doğrultusunda oluşturdukları hegemonyadır. Marx'a göre asıl karşıtlık bu iki sınıf arasındadır. Ve temeli ekonomiktir. Bu bakış açısıyla bakıldığında ekonominin bir altyapı kurumu olduğunu söyleyen Marx, ekonomik sistemin gerektirdiği meşruiyeti sağlayan her türlü etmeni ise üst yapı kurumu olarak adlandırmaktadır. Dolayısıyla hukuk, siyaset vb her türlü olgu, üst yapı kurumları arasında yer almaktadır. 
                     
          
                        


16 Aralık 2013 Pazartesi

Buralar İçin

Kimse yok yokuşa düşen yollarda.
Kimsenin beklemediği bir kuyrukta,
Yirmili yaşlarımın sancıları bekliyor...
Bir dilek tutuyorum
Issız gözlerinden,
Nefesine karışsın diye.
Dileğim kabul mü bilmiyorum...
Son sahnede gökyüzünü görüyorum.
Yokuşa düşen yollarda yine bekleyen kimse yok,
Arada kar yağıyor, arada yağmur.
                                                                                      Druje

14 Aralık 2013 Cumartesi

Paralı Eğitim ve Akademik Zam: Üniversite Öğrencisi Hangi sınıftandır? Akademisyen Hangi Sınıftandır? Hangi Sınıfta Buluşacaklardır?


Aslında “Baskın Hoca haklıdır ama Baskın Oran haklı değildir.”*
Ya da “Dünyanın Bütün Bilim Emekçileri Sınıfınıza Dönün!”
Bir başka açıdan ise: “Akademisyenler ve öğrenciler size söylüyorum, siz aslında sınıf kardeşisiniz… Belki de değilsiniz, ama bence olabilirsiniz. Hayır, olmak zorundasınız! Bu arada ben de sizin sınıf kardeşinizim.”
                               Cenk Yiğiter**

Ben bir bilim emekçisiyim. Üniversitede çalışıyorum ve üniversiteden topluma sunulan hizmetin üretim sürecinde bir rol oynuyorum. Bu rolüm dolayısıyla da bir ücret alıyorum. Bu ücret kamu kaynaklarından ödeniyor. Üretim sürecinin bir parçası olduğum hizmet de kamuya kimi zaman kısa, kimi zaman orta, kimi zaman uzun ve hatta çok uzun vadede yani gelecekte bir artı değer olarak geri dönüyor. Ve evet, tahmin edebileceğiniz üzere aldığımız ücret, kendimizi yeniden bir bilim emekçisi olarak üretmek için gerekli asgari miktarın son derece altında. Bu arada hala ölmediğimize göre bu bizim kendimizi bir emekçi olarak yeniden üretebildiğimiz ancak bir bilim emekçisi olarak yeniden üretemediğimiz anlamına geliyor. Bu durum can sıkıcı. Kendimi ölmediğim için suçlu hissetmeme yol açıyor. Ölmüyorsam bu gösteriyor ki emekçi olmaktan değil ama bilim emekçisi olmaktan vazgeçmişim. Öyleyse bu üniversitede bilimsel bir üretim süreci sağlıklı bir şekilde işliyor diyebilir miyiz? Bu soruyu bir kenara bırakalım. Hatta bu soruyu, emek mücadelesine de bırakabiliriz. Biz bilim emekçileri bu mücadelede fazlasıyla sınıfta kalıyoruz. Neden sınıfta kalıyoruz tam olarak bilmiyorum ama bunun kendimizi sınıfdışı görmemizle bir alakası olduğuna eminim.  İşte bu sınıfdışı görme hali bizi ücret artışı için mücadele etmekten alıkoyuyor. Öte yandan bu sınıfdışılık hali bizi aslında hayattan da alıkoyuyor. Bazen hayatın içinde kayboluyoruz. Çoğumuzun gittiği bir psikiyatrist, bir psikolog, bir terapist, en sevdiğimiz bir hatta birkaç antideprasan ve hatta kıyısında dolanıp durduğumuz bir nihilizm var değil mi? Ne tesadüf… Nedir peki bizi ortak kesen? Kısır döngünün farkında mıyız peki tehlikenin farkında olduğumuz kadar? Böylece yetersiz ücretle bir bilim emekçisi olamıyor ve bunun için bir emek mücadelesi yürütmemekle bu durumu sürekli kılıyoruz. Bir bilim emekçisi olamadıkça da ücret artışı talep edemiyoruz değil mi? Ücret artışı talep etmek çoğu bilim emekçisine zul geliyor. Kendini suçlu hissediyor. İnsanların son derece insanlık dışı koşullarda yaşadığı bir ülkede ücret artışı talep etmek… Olacak şey değil… Bir de üstelik bu adı üniversite olan yerlerde liseden farklı olarak bir şey yapıldığına ikna olmayan bir topluma karşı da yüzümüz de tutmuyor değil mi? Hadi bunu itiraf edelim. Peki bu toplum bu adı üniversite kendi lise bile olamayan kurumu anlamıyor diye toplumu mu suçlamalıyız? Evet, biz akademisyenler bunu çok iyi yaparız. Evet kimse bizi anlamıyor değil mi? Evet böyle bir toplumda yaşamak istemiyoruz değil mi? Evet hep bir kaçış planımız var değil mi? Kaçış planımız yoksa bile bir kaçma düşümüz… Bu düşün ise ne peşine düşeriz ne de peşinden düşeriz. Sonra gel de delirme…
 Peki ya öğrenciler aldıkları hizmet için bir ücret ödeyerek üniversitenin finansmanına katkı sağlasa, fena olmaz mı? Bu bizim ücretlerimizde de göreli bir artış anlamına gelecektir. Böylece daha çok ücret alır ve kendimizi bir bilim emekçisi olarak yeniden üretebilir ve böylece hizmet alıcısı olan öğrenciye de hak ettiği gibi bir hizmet sunabiliriz. Böylece özel üniversitelere, ticarethanelere de düşmez yolumuz bir gelecekte. Ama bir saniye, kafam çok karıştı. Hey durun! Depresyona girmek üzereyiz, içinde olduğumuz depresyon bize yetmez mi? Yetmez ama hayır! Hadi buradan çıkalım, çıkamıyorsak da deneyelim ve hadi devam edelim. Baskın Hocam, buraya kadar beraber geldik, benimle beraber devam eder misiniz?  
Biz bilim emekçileri, öğrencileri de üniversitenin bir birleşeni olarak görüyoruz. İşte bu “öğrenci milleti” ile zaman zaman birlikte mücadele ettiğimiz de oluyor. Hatta kimi zaman bu “öğrenci milleti”nin bazı “ileri” unsurları okumuş oldukları Marksizme Giriş – Politzer - Huberman vb. kokteyllerden yola çıkarak (yazar burada “bunları okumayalım” dememektedir. Sadece bunları okumakla hayatın sırrına varıldığı da, kişinin artık “tamam” olduğu da düşünülmemelidir, demek istemektedir. Nitekim iyi bir okuyucu salt bunları okumakla, hatta salt okumakla sırra vakıf olamayacağını bilir. En azından bu kitaplar bunu anlatmaktadır. Nitekim insanın okuduğu şey, tam olarak bunu anlatmaktadır. Nitekim okuduğu şeyin yazarı, yazdığı şeyi yazmadan önce yazdığı şeyi okumamıştır. Demek ki insan okumadığı şeyi yazabilmektedir. Ama insan yaşamadığı bir şeyi yazamaz ve aslında okuyamaz da.) bize sınıf bilinci de taşıyabiliyor, bilincimizi “yükseltiyorlar”, eksik olmasınlar. Peki, öğrenci gerçekten üniversitenin bir bileşeni midir? Öğrenci üniversitede üretilenin, bilimsel üretim sürecinin neresinde durmaktadır? Yahu şu öğrenci sahi, hangi sınıftandır?
Toplumdaki yaygın kabul şudur: Üniversitede öğrenci hizmetin doğrudan alıcılarından biri olarak görülmektedir. Öğrenci sadece bir hizmet alıcısı ise bu paralı eğitimi meşru kılabilir, ben buna ikna olabilirim. İşte o zaman Baskın Oran haklıdır, Baskın Hoca’ya hak verebilirim ve aslında bu yazıyı burada bitirebilir ve yer sıkıntısı olan bir gazetenin hafta sonu ekine de gönderebilirim. (Nail, çok mu uzattım meseleyi yine?)
 Öğrenci bir hizmet almakta ve bunun sonucunda kendisine kültürel sermaye edinmektedir. İleride bu kültürel sermayeyi de toplumsal artık değerden daha fazla pay alma avantajına dönüştürecektir. Yaşıtları, hani şu dershaneye gidemeyenler, özel ders alamayanlar, evinde kendine ait bir kitaplığı, kendisine ait bir çalışma mekanı olmayanlar, çocukluktan beri kendi potansiyelini hayata geçirebilmesi için önüne hiçbir imkan koyulamamış olanlar, işte o çocuklar var ya o çocuklar, hani onlar sonra genç sonra da yetişkin oluyor, işte o çocuklar çoktan toplumsal üretim sürecinin bir parçası iken yada olamamışsa da ölüme daha da kötüsü sürünmeye terk edilmişken, işte bu şımarık üniversite öğrencisi toplumsal üretim sürecinin bir parçası olmaksızın hizmet almaktadır. Bu arada şu bizim üniversite okuyamayan çocuğumuz-gencimiz-yetişkinimiz de, sözgelimi oto sanayinde son derece ağır şartlarda çalışarak yada kot taşlayarak yada kaderinde ölüm olan bir madende ölmemeye çabalarken yada mahalle arasında esrar satarken bile, sadece kendisinden iyi imkanları olduğu için şu anda bir üniversite kampüsünde çimlerin üzerinde huzurla kitabını okuyan üniversite öğrencisinin öğretim masraflarını ödemektedir.  Hay Allah! Bizim öğrenci arkadaş sadece kendi ailesinin ödediği vergi ile kendisinin öğretim masraflarının ödenemeyeceğin farkında olsa iyi eder.(Ne oldu öğrenci arkadaş, canın sıkıldı gibi sanki. İşte tam burada, bu anda bu yazıyı okumayı bırakabilirsin.İşte burada bana da Baskın Oran’a da küfrü basabilirsin. Dünya okuyacak şeyle dolu, bunu okumak zorunda değilsin. Ve de vampire haç göstermenin zamanı geldiyse işte o an tam şimdidir. Çünkü bir adım daha atacağım.  Öğrenci kardeşim, sabret, bu yazının sonunda seninle bir yerde buluşacağız. Hatta seninle sınıfta buluşacağız belki de bilesin. Hatta Baskın Oran’la olmasa da Baskın Hoca ile buluşacağız belki de…) İşte öyleyse bu öğrenci ya aldığı hizmetin parasını peşinen ödemeli ya da borçlanarak kültürel sermayesini paraya tahvil ettiği zaman borcunu taksit taksit ödemelidir. Buraya kadar her şey beni ikna ediyor. Ve şu an bana en çok kızanın da aslında buna en çok ikna olan olduğunu da biliyorum. Nasıl derler, ilk taşı en günahsız olanınız atsın!
Ancak unuttuğumuz bir şey var! Üniversitede öğrencinin bir işlevi, bilimsel üretim sürecinde kilit bir rolü vardır. Öğrenci, sadece gayret sahibi bir öğrenci olmakla dahi bilimsel üretim sürecinin bir parçası olmayı başarabilmekte, üniversitede üretilen hizmete katkı sunabilmekte, o hizmetinin üretim sürecinin bir parçası olmaktadır! İşte bu gayret sahibi öğrenci karşısına çıktığı bilim emekçisini zorlamakta, ona yeni merak alanları ve hatta yeni yöntemler, yeni denemeler, yeni yanılmalar, deneyerek tekrar yanılmalar sunmaktadır. Böyle öğrencilerle karşılaşan bir bilim emekçisi, yaptığı işin farkındaysa, bu öğrencilere yetişmek için kendini yetiştirmek zorunda kalmaktadır. Bu anlamda bu öğrencinin salt kendisi içinmiş gibi gözüken emeği üniversitede üretilen hizmetin bir parçası olmaktadır. İşin aslı hocaların öğrenci yetiştirmesinden daha fazla öğrenciler hoca yetiştirmektedir. Evet, vallahi de billahi de böyledir!
Öğrenci arkadaş, yaptığının yada yapman gerekenin ciddiyetinin farkındasın değil mi? Bu gayretli öğrenci artık sadece kendine kültürel sermaye edinmemekte, aynı zamanda üniversitedeki kültürel sermaye birikimine ve böylece küresel düzeyde kültürel sermaye birikimine ve hatta geleceğin dünyasını kurmak için ihtiyaç duyduğumuz birikime açıkça katkı sunmaktadır. Bu pencereden bakıldığında bilimsel üretim sürecinin bir parçası olmayı başarmak, salt gayret sahibi bir öğrenci olmakla dahi mümkündür. Öyleyse bu öğrenci bir hizmet alıcısı değil bir hizmet üreticisidir ve bu hizmeti üretirken değil harç vermek bilakis kendisine belli bir ücret verilmesi dahi düşünülmelidir.
O zaman gayret sahibi öğrenci nasıl olunur sorusunu da bir parantez açıp düşünmek gerekir. Gayret sahibi bir öğrenci öncelikle kendisinin bir bilim emekçisi olduğunun farkında olmalıdır. Burada çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Hayatın olağan akışında sınıf bireyin bilincini belirlerken, burada bilinç sınıfı belirlemektedir. Çünkü öğrenci üniversitede bir hizmet alıcısı mı bir hizmet üretici mi olduğuna kendi karar vermektedir. Hepimiz biliyoruz ki, salt bir hizmet alıcısı olmakla geçer notlar alınabilmekte ve hatta kısa sürede diploma sahibi de olunabilmektedir. Hatta bir bilim emekçisi gibi davranan öğrencinin işi daha zor olduğu gibi kimi zaman bu “gereksiz” çabaların sonucunda mezuniyet süresi de uzamaktadır. Bu durum çok garip! Ezberim bozuluyor, bir gelip ya bozsun yada tekrar kursun, yada her ikisi birden! Sonuç olarak hizmetin salt alıcısı mı yoksa aynı zamanda üreticisi mi olacağına öğrenci kendisi karar veriyor. Öğrencinin bu kararını belirleyen de öğrencinin sınıf bilinci. Hadi sınıf bilinci “çok yüksek” öğrenciler bunu da açıklayın!
Bir bilim emekçisi olan ve buna göre eyleyen bir öğrenci nereden başlamalıdır. Sanırım şuradan başlanabilir: Bir bilim emekçisi, kendisinin uzaydan dünyaya düşmediğini bilmelidir. Kendisi çok özel biri de değildir. Kendisi insanlık tarihinin ve insanlığın birikiminin olası ürünlerinden ve sonuçlarından sadece biridir. Öyleyse öncelikli görevi neyin ürünü olduğunu, kendisini neyin ürettiğini bilmektir. İşte o zaman neyi dönüştürebileceğinin de farkına varacak ve bundan sonra ona göre eylemeye başlayabilecektir.
Her bilim emekçisi bir kuramcı-araştırmacı olmayı başaramaz. Hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olmayan bir bilim emekçisinin bir araştırmacı-kuramcı olması son derece düşük bir ihtimaldir. Öte yandan, hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olmayan bir bilim emekçisinin bu haliyle de bilimsel üretim sürecine bir katkısı vardır. Ancak bu katkı, taşıyıcılık - aktarıcılık - toplayıcılıktan ibarettir ve bu haliyle de hala çok önemlidir. Ancak bir araştırmacı-kuramcı ancak hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olanlardan çıkacaktır. Ve pek tabi ki hayatı bir biçimiyle dönüştürebileceğine dair bilgisi, umudu ve en önemlisi de derdi olan her birey, tüm çabasına, yeteneğine, potansiyeline rağmen bir araştırmacı-kuramcı olmayı başaramayabilir. Ve de bu çoğunlukla onun suçu da değildir: olasılıklar evreninde onun önünde bir olasılık belirmemiştir, o kadar. Ancak bu riski göze almayanlar yada alamayanların bilimsel üretim sürecine katkılarının, çoğu zaman, kaotik bir bilgi yığınını daha da kaotikleştirmekten öteye gidemeyeceğini göze almalı ve işte şimdi bu riski göze almalıdır. (Yazar burada kaotik bir bilgi yığınını daha da kaotik kılanları suçlamamakta, onların da bu süreçte önemli unsurlar olduğunu bilmektedir.)
Öğrenciden uzaklaştık gibi mi geldi? Yazar burada kendisine konuşuyor, doğru yakaladınız. Ama yazar öğrenci ile kendisi, aynı sınıftan olsun, aynı sınıfta buluşsun, üniversitede üretilen hizmet sürecinde birlikte hareket etsin istiyor. Yazar işte ancak bu koşullarda öğrenci ile bir sınıf kardeşliği hissedebiliyor. Bu koşullar yoksa, tüm gün kantinde oturan öğrencinin de sadece not tutan ve sınavlardan da geçer not alan öğrencinin de kendisine taşıyacağı sınıf bilincini istemiyor. İşte o “sınıf bilincini” lütfen kendinize saklayın. Ona ihtiyacınız olacak. Öğrencilik sonrasında, mezun olduktan sonra, sınıfa katıldığınız zaman o “sınıf bilinci”nin ne kadar da işinize yaramadığını biraz acı ile deneyimleyeceksiniz ve bir süre sınıfta kalacaksınız.
Ama sınıflarda olan (burada fakültelerdeki sınıf kastediliyor), kütüphanelerde olan, laboratuvarda olan, kafa patlatan öğrenci arkadaşım. İşte sen benim sınıf kardeşimsin. Ve sen sınıf bilincini bana taşırmalısın. Senden gelecek sınıf bilinci kabulümdür. İşte biz seninle, bu hayatta birlikte eyleyebiliriz. Bu eylemekle geleceğin üniversitelerini bugünden inşa edebiliriz. Birlikte eylerek sadece üniversiteleri değil geleceği, geleceğin kendisini birlikte inşa edebiliriz. Çünkü biliyorsun, yarını bugünden kuracağız demek aslında aynı zamanda yarından bugünü kurmak demektir.
 Ama seni buralarda, sınıfta, kütüphanelerde, laboratuvarlarda göremiyorsam yada görsem bile sen bir an önce mezun olma derdinde olan bir hizmet alıcısı öğrenci isen de senin için düşüncem şudur: Öğrencilik dışında bir işin yoksa ailenin ve toplumun ürettiği artı değere bir katkısı olmaksızın bu artı değerden geçinen bir sınıfdışı kişisin. Sınıfdışılarla sınıfsal bir ittifakım da olamaz ve haliyle seninle geleceğin üniversitesini de geleceği de inşa etmemiz mümkün değil. O sebeple ilişkimizi artık açık ve net olarak bilelim. Ben bir hizmet üreticisiyim sen de bir hizmet alıcısı ve benim üretim-tüketim kooperatifi kurmaya da vaktim yok.
“İyi de kardeşim!”, diyecek öğrenci arkadaş. “Derslerde yoksam, tek derdim okulu bitirmekse bu benim suçum mu?!” diye haykıracak şimdi bana öğrenci arkadaş. “Ukala akademisyen bunda senin hiç mi suçun yok?!” diyecek bana öğrenci arkadaş. Ve vallahi de billahi de haklı. “Tanrım bu nasıl bir bilmece?” Ama öğrenci arkadaş, ben senin hakkını teslim ettim, suçun çoğu bende, bizde, bizim sınıfdışı nihilizmimiz yeniden üretiyor kısırdöngüyü farkındayım. Ama kabul et, suçun birazı da, hani azıcık birazı da sende... Ve senin suçun da sınıfdışılıktan kaynaklanıyor. Yani sen beni biliyorsun, ben seni, ve biz birbirimizi bildiğimizi biliyorsak, demek ki gelecekte görüşeceğiz.
Bu sebeple, “son olarak, dünyanın bütün bilim emekçileri, sınıfınıza dönün!” diye haykırıyorum sadece, elimden bu geliyor, şimdilik. Meslektaşlarım, sınıfımıza dönelim ve ücretimize zam isteyelim! Ancak bu şekilde bu üniversiteler, üniversite olabilir, yok bunun başka bir yolu. Ve ancak ortada bir üniversite varsa kurulabilir geleceğin üniversiteleri. Bugünden geleceği kurmanın yolu, geleceği bugünden kurmaktır!
Ve üniversitede üretilen hizmetin içerisinde üretken bir konumu olan öğrenci arkadaş, benim sınıf kardeşim, benim ücret zammı almam senin de çıkarınadır. Sen de bunu bilesin. Sonra sana da ücret lazım, yurt lazım, kitap lazım, lazım oğlu lazım. Bunları senin edinebilmen de benim çıkarımadır. Benim çıkarım senin, senin çıkarın benimse ve biz biliyorsak birbirimizi, demek ki biz bir sınıfız! Evet sonunda sınıfımıza hoşgeldik…
Ve sınıfından kopmuş, sınıfdışı olmuş, salt bir hizmet alıcısına dönüşmüş öğrenci arkadaş, sınıfına dönmenin yolu sınıfına dönmekten geçiyor. Sen de bir sınıfına dön, hani şu fakültelerde olan, dört duvar sınıfına. E tabi sonra kütüphanelere, laboratuvarlara ve en önemlisi bilimin uygulanacağı alana, praksise, hayata. Çünkü sen hayatın kendisisin. Sınıfa dönmekle bir sınıfın olacak senin. Aksi halde çözümün bir parçası olamayacaksın. Çözümün bir parçası olmadıkça da sorunun bir parçasısın. Ama biliyorum, suçun yine de fazlası bendedir. Ama birazı da sendedir.

*Bu yazı, yazara göre bir bilimsel çalışma başlangıcı ve haliyle bilimsel bir tartışma başlangıcıdır. Yazar bu yazıyı sınıf kardeşi olan Baskın Hoca’ya borçludur ve yazarın bir amacı da Baskın Oran’a, Baskın Oran’ın  13 Ocak 2008 tarihinde Radikal İki’de yayınlanan “Bedava Üniversite Ezberi” adlı yazısına (bkz.http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7871 ) bir yanıt üretmektir. Şüphesiz Baskın Oran’ın tarif ettiği kriz bu yanıtla çözülmemiştir. Zaten Baskın Hoca da biz de biliriz ki bu krizi aşmanın yolu hem ezberi bozmak hem de bir takım ezberleri de bu sırada bozmamakla mümkünüdür ve son kertede bunlarla da mümkün değildir. Bize bir de praksis gereklidir. Baskın Hoca, ezber bozar, Baskın Oran yeni ezberler sunar. Biz de Baskın Hoca’dan öğrendiğimiz kadarıyla Baskın Oran’ın ezberini bozmayı deneriz. Bozabilirsek O’na olan borcumuzu bir nebze öderiz, bozamazsak borcumuz baki kalır. Ve böylece Baskın Hocamızla gelecekte görüşürüz bir zaman, çünkü Baskın Oran’a kızarız, çünkü Baskın Hoca bizim sınıf kardeşimizdir. Biliriz ki insan aslında sadece kardeşine kızar. Kardeşi olmayan sadece düşmandır ve düşmana kızılmaz. Ve evet, sınıf kardeşlerimiz aynı zamanda bizim gelecekten kardeşlerimizdir. Aşk ise gelecekten tanıdığın birini özlemektir. Aşk insanı kızdırır.
Yazar bu yazıyı aynı zamanda “sınıfındaki” ve ayrıca sınıfındaki “bağzı” öğrencilere borçludur. O öğrenciler olmasaydı bu yazı da, bu yazıyı ortaya çıkaran düşünsel süreçler de, bu yazıyı ortaya çıkaran motivasyon da ve hatta umut da, dönüştürme iradesi de kendisine uzaydan gelmeyecekti. O yüzden sınıfımda olup beni yazı yazmaya zorlayan öğrenci arkadaş, sen kendini bilirsin, ben seni bilirim, sen benim seni bildiğimi bilirsin ve böylece büyür bizim ilişkimiz, bizim birliğimiz. Ve bilesin ki sen benim sadece öğrenci arkadaşım değil, sadece sınıfımda bir öğrenci değil sen benim aynı zamanda sınıf kardeşimsin. Ve evet, biz birbirimizi biliriz ve evet biz biriz. Ve evet, gelecekte görüşeceğiz. Ve evet, sınıf kardeşlerimiz aynı zamanda bizim gelecekten kardeşlerimizdir. Aşk ise gelecekten tanıdığın birini özlemektir. Aşk insanı kızdırır.
** Dr. Cenk Yiğiter, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Öğretim Elemanı

9 Aralık 2013 Pazartesi

Korkuyla Yazılan Şiir

Kelimelerin dansında buluşmak, seninle
bilmediğim o dar sokaklı,
                               demirden kaplı şehirde.
Üstünde beyaz, parlak bir elbise
                               yaşamalı bence.
*             *             *
Sadece gülümsemek yetmez ki
saçlarına düşen yalnızlığını saklamak için,
gel biraz da hikaye katalım buna
bu kadar plastik olmak ne için?
*             *             *
Bir yazar vardı ismini hatırlamıyorum
koklamayı öğretmişti, bir aynaya dokunmayı öğretmişti…
Sahi ya, nerede o şimdi?
Ben bir gölgede kaybetmiştim, onu.
Güneşin savaşmayı bıraktığı bir gecede
belki de zihnim keseleyip çıkardı
                                                               o lekeyi…
Bilemem ki neden okudum o nahoş herifi.
*             *             *
Bir sokak lambasına bakarken, ah!
Sen, o harikulade şairlerin tasviri
                                                               olan kadın.
Henüz benimle tanışmadın…
Az önce bahsediyordum senden
yine aklıma geldi o münasebetsiz (!)
Kızma bana, benim derdim başka.
*             *             *
N'olur kuşkuyla birleşmesin dudakların
bana tehlikeli ve tatsız tablolar çizerken…
N'olur tut elimi biz sıcağa uyanırken
en çok da ihtiyacım varken, tut
                               mesela 1 Mayısta iken…
N'olur bir kuple güzel bir an yakala,
                                                               benimle.
O anda bir öfke, bir elem, bir dava,
                                               bir çığlık, bir kitap, bir umut bir de
tebessüm eden bir halk olsun,
titrek bir pikapta, kızıl bir şarkı çalar iken…
                                                                                              

                                                                                           Hilkat Garibesi